info@profdrhaydarbasenstitusu.org

21. Yüzyılın Eşiğinde İnsanımızın Birlik Beraberlik ve Kardeşliği Konferansı - Almanya / 1992 - 1994

    Neler Okuyacaksınız

Türkiye’nin Birçok Vilayetinde 1987 Yılında Birlik ve Unsurları Konferansları Takdim Ettim 

Euzu billahi mineşşeytanirracim bismillahirrahmanirrahim. 
Çok muhterem kardeşlerim, kıymetli basın. Esasen Türkiye'mizin hemen hemen dörtte üç nispetindeki vilayetlerinde takdim ettiğimiz ve ülke dışında da bazı ülkelerde vermiş olduğumuz bu konferans 1987 yılında basın kurultayı organize edilmiş. Bunu şu anda ilmi araştırmalar vakfımız o zaman İcmal Devleti'nin şahsında bu organizeyi yapmıştı. O kurultayda bendeniz “birlik ve unsurları” adı altında bu konferansı takdim etmiştim. O zaman çok kıymetli Aydınlar Ocağı’mızın Başkanı Sayın Nevzat Yalçıntaş hocamız Profesör, Sabahattin Zaim Profesör Hocamız konferanstan sonra benimle ikili bir görüşme yaptılar. “Çok faydalı bir mevzu hazırladınız. Gönlümüz ister ki bunu ülkemizin hemen hemen bütün vilayetlerinde takdim edin ve herkes bundan istifade etsin.” Biz de saygın olan bu muhterem ağabeylerimizin reyleri doğrultusunda memleketimizin hemen hemen dörtte üç nispetindeki vilayetlerde vermeye gayret ettik. Hakikaten çok da faydasını gördük. O gün bugün memleketimizde bazı şartlar değişmişse de sevgili kardeşlerim ülkemizin üzerinde oynanan hesaplar değişmemiştir.


İslam Alemine İlmi Çapta İlk Nifak 1800’li Yıllarda Osmanlı'nın Şahsında Mısır'da Giriyor

Bakınız 1800’lü yıllarda İslam âlemi hilafet makamı ile Osmanlı'ya bağlıydı. Çok enteresandır. Şu andaki Mısır'da o tarihlerde Renan, Goldzıher, Gaytana isminde üç şahıs İngilizlerin iradesiyle İslami mevzularda araştırma yapmak üzere bugünkü El Ezher Üniversitesi'ni araştırma sahası seçiyorlar. Bu sahada Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin hadis-i şeriflerini ihtiva eden saha oluyor. Eee şimdi üç tane Yahudi asıllı arkadaşımız Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimizin hadis-i şeriflerini etüt edecekler, fizibilite edecekler, araştıracaklar. Eee neticede elbette ki verecekleri rapor menfi olacaktır. Bunun böyle bir tezin hazırlanmasının asıl maksadı İslam âleminde çok ciddi tasarrufu ve yetkisi olan Osmanlı'nın, siyasi nüfuzunu yok etmek idi. 
İncelemede görülen husus şu oluyor. Bütün bu vahdeti temin eden, İslam âlemindeki bu vahdeti temin eden tek amil var oda; tarîkat-ı aliyye meşreb-i sufiyye’dir. Tarîkat-ı aliyyede ilgili olan sahalardan ne kadar hadis var bunları güya, bunlar, bu beyefendiler fizibilite ediyorlar, araştırıyorlar. O tarihte onlarla birlikte, dikkat buyurun çok enteresandır, Reşîd Rızâ, Efgānî ve Muhammed Abduh aynı üniversitenin bünyesi altında beraber bir araya geliyorlar. Araştırmada ortaklık tespit edip bunu İslam âlemine yaymayıp kendi üzerlerine alıyorlar. Ve ilmi çapta ilk nifak böylece Osmanlı'nın şahsında İslam âlemine Mısır'da girmiş oluyor. 

Biz “Müslüman” Dendiği Zaman “Türk'ü”, “Türk” Dendiği Zaman da “Müslüman'ı” Hatırlardık

Ben burada şunu söylemek istiyorum muhterem arkadaşlar, her dönem ve devrin kendine mahsus birtakım fitne unsurları vardır. Kabul etsek de, etmesek de tarihi bir realitedir, bir gerçektir ki Türkler Müslüman olduktan sonra Cenâb-ı Halik adeta bu milleti İslam'a asker yapmıştır. Mâverâünnehir bölgesinde, Ehli Beyt'ten yani Peygamberimizin sülalesinden bu millet İslamiyet'i öğrenmiştir, ahzetmiş almıştır. Hemen şu anda Irak'ta bulunan Samarra şehrine gelip, Samarra ki o tarihte Türk şehri olmuştur. İslam'ın ordusunu tamamen Türkler tercih etmiş, ordunun teçhizat ve mühimmatı Türklerin elindeydi. İlerideki komutanda tamamı Türk’tü. Şu anda bile siz Samarra 'ya gittiğiniz zaman çok samimi konuşuyorum, Müslüman Türk'ün adeta nefesini koklayabilirsiniz. Onun için ben geçmişimle ne kadar iftihar etsem azdır. Allah Rasulü'nün bir hadisine muhatap, “yine bizim dedemiz Hz. Fatih, onun nesli ordusudur.” Kâle resulullah sallallahu aleyhi ve sellem,  “Letüftehannel Kostantiniyyetü veleni’me’l emîrü emîrühâ veleni’me’l ceyşü zâlike’l ceyşü” “Muhakkak İstanbul fetih olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onun askeri ne güzel askerdir.” Şimdi bu methiye mazhar olan benim dedem, senin dedendir. E sen şimdi gel bu insanlarla iftihar etme bu mümkün değil. Buradan şuraya geleceğim. 
Hadiseye baktığımız zaman, yani “İslam” dendiğinde adeta geçmişte bu millet hatıra gelirdi. Hatta geçmişte dikkat edersen, Türklükle İslam adeta kardeş halindeydi. Yani biz “Müslüman” dendiği zaman “Türk'ü”, “Türk” dediğimiz zaman da “Müslüman'ı” hatırlardık. Muhterem arkadaşlarım, dün tabi bu sıfatla tanınan millet, bütün İslam âlemini temsile muktedir idi. Tâ Viyana kapılarından, Japon sınırlarına kadar ecdad, bu sahada İslam'ın muhafızıydı, müdafii idi. Bugünkü Orta Doğu, İslam ülkeleri dediğimiz yerde yaşayan Arap kardeşlerimiz de o günün şartlarında bizim himayemizde topluluklardı. İşte nifakın girişinden sonra bu tasarruf maalesef elden gidiyor. Ben olayın mahiyetinde duracak değilim. 
Ortada görülen bir gerçek şu, Müslümanlığın siyasi platformda ayakta olabilmesi, Türk milletinin ayakta olmasına bağlı. Kabul etsek de bu, etmesek de bu. Yani bu gerçeği bir görelim. Şimdi bizden sonra farkındaysanız, çeşitli ülkeler, devletler baş çekme yarışı içerisine girmiş ise de maalesef bu konuda muvaffak olamamışlardır. Bir ara hatırlarsanız Kaddafi bile bu işe soyundu. Yani “ben İslam ülkelerinin başı olacağım.” Bir başka devlet aynı şekilde öne atılmak istedi. Ama bir bloka baş olabilme keyfiyeti ve vasfı öyle alelade gelişi güzel olabilecek, iş değil. O milletin tarihinde o hasleti onda olması lazım ki o millet baş olabilsin. Yoksa ileri gitmesi mümkün değil. Şurada mesela komünist dünyaya bakıyoruz. 1917'de kendisine komünizm Rusya'da vatan buluyor. Ancak 70 küsur sene sonra, 70 küsur yıl bir blok olarak dünyada hâkimiyetini devam ettirebiliyor Rusya. Bazı kardeşlerimiz bunu şu veya bu sebeple görüyor ise de ben aslında Rusya'nın, Rus halkının ırkının taşıdığı değerler içerisinde insanlığa hâkim olabilecek sıfatların olduğunu göremediğim için bu tasarrufları devam etmemiştir diyorum. Yani bir milletin tasarrufunun devam edebilmesi, o milletin hüviyetinin güçlü olmasına bağlıdır. İşte bu güç bizde var. 

Gerek Türki Cumhuriyetlerde, Gerekse İslam Aleminde Baş Çekebilecek Devlet Türkiye’dir

Şimdi kardeşlerim önümüze Allah'ın lütfuyla 90'lı yıllardan sonra bir Türk âlemi de açıldı. Türki Cumhuriyetler şu anda hepinizin bildiği gibi. Gerek oradaki manzara, gerekse Orta Doğu'nun başsız oluşu, İslam âleminin tevhidini gerektiriyor. Bütün bunlar da bizim kendi iç tabiatımızda, kendi iç âlemimizde bir ve beraber olmamızı bize emrediyor. Bu farz-ı ayındır hepimizin üzerine. Milletin birliği ve beraberliği açık ve seçik olarak kabul etmek lazım ise farz-ı ayındır. Milletimizin bir arada olması şarttır. Birlikte güç vardır, kuvvet vardır, ayrılıkta azap vardır. Eğer biz bir güce malik olmak istiyorsak millet olarak beraber olmamız zaruridir. Şayet müteferrik gruplara ayrılıkta, birbirimizi taşlama yoluna gidersek, gücümüz ne kadar mükemmel olursa olsun her biri ancak kendi ekseni etrafında değer taşıyacağı için öz cümle olarak tamamının hiçbir mahiyeti dünya siyaset sahnesinde olamayacağı muhakkaktır. Binaenaleyh kardeşlerim milletimizin beraber olması, bir olması şarttır ve de zaruridir. Ayrıca az evvel de ifade ettiğim gibi gerek Türki Cumhuriyetlerde gerekse Orta Doğu'da İslam âleminde baş çekebilecek bir devletin olduğunu ancak bu devletin de Türk'te bulunduğunu kabul etsek de etmesek de bütün dünya görüyor. Amerika'sı da bunu görüyor, İngiliz'i de görüyor, Rusya'sı da görüyor. Üzerinde yaşadığımız kardeşlerimiz de görüyor. Fransızlar da görüyor. Hepsi görüyor. Yani bu âlemin başını çekse çekse bir millet devlet çeker, o da Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onun vatandaşı Türk milletidir. Elbette ki bu milletin üzerinde, doğusunda, batısında, güneyinde, kuzeyinde birtakım problemlerin çıkacağı muhakkaktır ve de tabiidir. Şimdi bize düşen vazife nedir? İşte bu problemleri aşmak, millet olarak vahdetimize kavuşmaktır. 
Kardeşlerim biz bakınız, mevzuya girerken milletimizi methüsena ederek girdik. Değil mi? Ama sırf o milletin tabi, efendime söylediğim kan davasına bağlarsak, o takdirde de hata ederiz. Nesine bağlamamız gerekir? Evet, bu karakter, bu mizaç milletimizde var ama bu mükemmeliyeti ortaya çıkartan, koyan, değerde, ana vasıf da onun inancı olan İslam'dır. Şayet bu inanca bu millet malik olmamış olsaydı, efendim, sadece cengâver bir millet olarak kalacaktı. Nitekim de, Müslüman olana kadar biz de çok cengâver bir millettik. Çinler bizden korkarak koskocaman Seddi yaptılar, öyle değil mi? Şu anda uzaydan fotoğraflar çekiliyor, yeryüzünde çıkan tek cisim var, o da Çin Seddi. Adamlar o kadar bizden yıkmış ve de korkmuşlar ki, bu seddi yapma mecburiyetinde kalmışlar. Yani millet olarak çok cengâver bir milletiz. Ne zaman İslam'a biz “evet” dedik, bu cengâverlik ruhu İlahi Kelimetullah'a tebdil oldu. Allah bizi bu yola hadim eyledi. Şimdi, işte bu vasfımız, bu sıfatımız bütün dünya milletleri tarafından biliniyor ve de görülüyor. Şimdi, derler mi sana ki, “kardeşim sen elini kolunu sallayarak tekrar geçmiş günlerine dön, bu zemin üzerinde, bu coğrafya üzerinde gerek Türki Cumhuriyetlerde, gerekse Orta Doğu bölgesinde mevcut olan insanları bir araya getir, bir blok oluştur.” Elbette bunu demeyecekler. Çeşitli entrikalar, çeşitli dolaplar çevrilecektir. Bütün bunlara muhterem kardeşlerim, alt üst edecek olan sizlerin iradesidir, sizlerin inancıdır. Peki, bunun için ne yapmamız lazım? 
Bunun için sevgili arkadaşlarım, hoşgörü sahibi olmamız lazım. Birbirimizi kucaklamamız, irkiltmememiz. Eğer hata cihetiyle olaylara bakar, meseleleri değerlendirmeye çalışırsak, çok samimi konuşuyorum en çok sevdiğiniz insanda bile birçok hatayı görmeniz ve bulmanız mümkündür. Mümkün müdür ki bir insanın hatası olmasın? O halde biz meseleye, insanların nakisalarından, noksan sıfatlarından hareketle değil; mükemmelliklerinden, güzelliklerinden hareketle ittifak zeminini oluşturarak, ihtilaf konularını devamlı geriye iteceğiz ve az evvel ifade etmeye çalıştığım gibi, birbirimizi seveceğiz, sayacağız, güçlü bir millet, güçlü bir toplum olacağız.

Türk Milleti Olarak Müslümanız, İtikat ve Kültür Birliğimiz Var

Peki efendim, hangi sahalarda bir ve beraber olacağız? Efendim, bir defa Allah'a şükürler olsun, Türk milleti olarak Müslümanız. O halde biz itikatta birlik yapmamız mümkün. Bu sahada bir oldu. İki, kültür birliği. Bir milletin inancının hayata yansıma şekline de “kültür” denir. Kültürümüz de o zaman bir. Eğer bize başka milletlerin, başka medeniyetlerin kültürü dâhil olmuşsa, cımbızla çeker gibi bunları çekeceğiz, alacağız. Şahsımıza, yani milletin şahsına ait kültürle beraber insanımızı eğiteceğiz ve de yetiştireceğiz. Tabi bu ciddi bir malik politikası, eğitim politikası gerektiriyor. Elhamdülillah, epey zamandan beri Türki Cumhuriyeti'nde bu oluş, gündem olmuş, cemaat müntesibi kardeşlerimiz bu sahada fevkalade adımlar atmışlardır. Memleketimizde kabul edilse de, edilmese de İslam'ı temsil eden fevkalade İslami cemaatler vardır. Geçmişte olduğu gibi “artık neden sen şu sayfayı okuyorsun, bu kitabı okuyorsun” diye Müslümanın yakasına yapışan bir irade kalmadı. “Neden oturup Allah'ı zikrediyorsun” diyen bir siyasi zihniyet de kalmadı. Gerçek şu ki memleketimizde inancını ruhuna sindirebildiği kadar yaşayabilecek bir hava elhamdülillah mevcuttur. İşte bu meselenin, bu halin devamından olacak ki İslami cemaatler ülkemizde hakikaten fevkalade nispette hizmet sahalarına girmiştir. Bu sahaları eğitim olarak görebilirsiniz, iktisadi yapı olarak görebilirsiniz, basın olarak görebilirsiniz. Kısaca hemen hemen her sahaya el atmışlardır. Bunun devamı halinde benim inancım o ki çok daha güçlü bir Türkiye gündem olacak. Çok daha güçlü bir millet kavramı vücuda gelecektir. 
Sevgili kardeşlerim, tabii bütün bunlar kültür birliğimizin devamında bize faydası olabilecek hasletlerdir. Aksi takdirde kültür olarak birbirimize ters düşersek çok basit sebeplerden kavga hemen başlayabilir. O bakımdan “kültür birliği” diyoruz. Daha güç birliği, iktisadi birlik yani iktisadi sahada da beraber olmak gerekiyor. 


Milletlerin Örfüne, Âdetine, Geleneğine ve Manevi Yapısına Göre İktisadi Rejimler Üretmemiz Lazım

Şimdi şu anda dünyanın iktisadi yapısına baktığımız zaman bazı devletler, müstesna bütün devletlerin iktisadi problemleri var. Yani siz zannetmeyin ki İngiltere çok güçlü bir devlettir, onun iktisadi meselesi yok. Her gün İngiltere iktisadi dünyasından kan kaybediyor, hatta Amerika bile. Geçmişte harici devletlere uygulamakta olduğu yardım politikasını iktisadi zafiyeti münasebetiyle azaltmıştır. Bunu her ne kadar şu veya bu nedene bağlıyorsa da hattı zatında bu gücü kaybettiğinden dolayı bunu yapıyor. Hatta üzerinde yaşadığınız Almanlar bile. Kısaca dünyada bir iktisadi dengesizlik söz konusu. E mümkün müdür ki bu dengesizlikten Türkiye nasibini almayacak? Elbette alacaktır. Şimdi biz bunu aşabilmemiz için iktisadi birikimlerimizi bir noktada toplamak ve bunu bir güç haline getirmek mecburiyetindeyiz. Japonya'nın kalkınmasına baktığımız zaman küçük sermayelerin bir araya gelmesiyle büyük sermayeleri oluşturdu. Hatta son zamanlarda İtalya'nın atılım yaptığını yine böyle birtakım şirketleşmelerle mümkün olduğunu görüyoruz. Tabi iktisadi modeller ki yanlış anlamayın benim ilahiyatçı olmama rağmen iktisadi görüşlerim Amerikan Biyografi Enstitüsü tarafından altın madalyayla karşılık verilmiştir. İnşallah şu anda siyasi iradeye de takdim edeceğim bir raporum var iktisadi meselelerden dolayı. 
Biz memleketimizin meselelerini çok basit projelerle halledebilecek mahiyete sahibiz. Şöyle ki bakınız mesela para, para biliyorsunuz emisyon hacminin genişlemesiyle enflasyonu arttırabilecek bir unsur olarak iktisadi sahada karşımıza çıkar, ekonomide karşımıza çıkar. Ama siz bunu proje karşılığı emisyon hacmini geliştirirseniz o zaman verim olarak karşınıza çıkar. Bir basit misal demek istediğimi daha güzel anlatayım. Mesela emisyon hacmini diyelim siz 500 trilyon arttırdınız, fazla yaptınız. Bu 500 trilyonun mukabili halktan üretim istiyorsunuz. Bu makine üretimi olursa altın ve döviz olması lazım, yapamaz bunu. O halde halkın emeğine dayalı birtakım üretimlerin gündem edilmesi lazım ki bu üretim bizim dilimizde fazla basılan paranın karşılığı olsun. Mesela bu tavuk üretimi olsun. Siz gidiyorsunuz devlete ait herhangi bir finans merkezine. “Bana siz” diyorsunuz “10 milyarlık kredi vereceksiniz.” Devlet size “tamam bu krediyi ben size takdim edeyim ama 10 milyarın karşılığında sizden istediğim şu kadar baş tavuktur.” Kabul edelim 100 bin adet tavuk. Bir misal olsun diye bunu zikrediyorum. Ve bir yıl sonra siz 10 milyar krediyi alıyorsunuz. Bir yıl sonra da 100 bin adet veya 1 milyon adet her neyse. Tavuğu getirip devlete mal olarak teslim ediyorsunuz. Devletin burada yapacağı bir iş var. Üretim yapılmadan, yapılmaya teşebbüsten hemen sonra pazar arayacaktır. Ona ait de kurum ve kuruluşları ortaya çıkacaktır. Bu pazarı bulduktan sonra da üretilen bu hayvanları hemen canlı veya cansız bu pazarlara sevk edecektir. Şimdi emisyon hacimi ile sizin piyasaya sürdüğünüz para 500 trilyon, yani kağıt 500 trilyon olarak önünüze geliyor. Kâğıdı, gazete kâğıdını para bastınız. Ama vatandaş emeğiyle beraber bunu hayvana çevirdi. Yurt dışında yaptığınız pazarlamayla dövize, altına tebdil olunarak senin kasana gider. Kısaca şunu demek istiyorum. Bizim insanımız düşününce çok şeyler bulur. Bulması da mümkündür ve mukadderdir. 
Bizim yanlışımız şu noktada. Klasik iktisat modellerine bakıyoruz ve bunlarla ısrar ediyoruz. Bu klasik modellerle faraza, Kanada'nın iktisadi modelini alıp Türkiye'de uygulamaya çalışıyoruz. Ama baba Kanada'nın örfü başka, âdeti başka, geleneği başka, inancı başka. Yani Kanada insanıyla Türk insanı bir değil ki aynı surette onlardan netice alabilesiniz. Değil mi? O halde milletlerin örfüne, âdetine, geleneğine ve manevi yapısına göre iktisadi rejimler üretmemiz lazım. İşte benim anlatmak istediğim bu. Bunu yaptıktan sonra bu gücü Allah'ın lütfuyla biz dünya çapında göstermemiz mümkündür. Kısaca bunun olabilmesi için de hep beraber yine birliğe, beraberliğe ihtiyacımız vardır diyorum. 

Milletlerin İstikrarı Devlet Politikalarının Varlığına Bağlıdır

Diğer tarafta muhterem arkadaşlarım siyasi birlik. Şimdi siyasi birlik demek herkesin bir partide olması demek değildir. Dikkat ederseniz mesela batıdayız, mesela Almanya'da yaşıyorsunuz. Almanya'nın, İngiltere'nin, Fransa'nın, Amerika'nın bir devlet politikası vardır. Devletin bir iktisadi politikası vardır. Devletin bir hariciye politikası vardır. Ben derim ki Türk milleti olarak bizim devletimizin de şahsına münhasır bir iktisat politikası olsun, bir hariciye politikası olsun. Bu siyasi politikayı herhangi bir parti iktidar olduğu zaman kendi doğrultusunda yorumlayıp yeni yeni sistemlere, rejimlere gitmesin. O zaman ne olur? A partisi gelir kendine mahsus bir politika uygular. O gider B partisi gelir hayda o onun dediğini yalanlar yıkar. Öteki gelir onun dediğini yalanlar yıkar. Bir de bakarsınız korkunç bir dengesizlik gider. Yani kısaca milletlerin istikrarı devlet politikalarının varlığına bağlıdır. İşte biz bu politikaya millet olarak sahip olmak mecburiyetindeyiz. 
Maalesef bugün de bu politikaya kavuşamadık, kim ne derse desin. “Neden” diyeceksiniz? Peki bizim şu anda Kıbrıs politikamız ne? Ben şahsen bilmiyorum bir ilim adamı olarak. Yunan politikamız ne? Hemen komşularımız olan İran, Irak, Suriye üzerindeki politikamız ne? Yani bunlar belli değil. Gelen partilerin siyasi görüşüne göre biz politika uyguluyoruz. Böyle bir politika olmaz. Devletin politikası olur. Partiler de bu politikayı kendi metotlarıyla beraber uygular. İşte böyle bir birlik ben diyorum. Devletin politikası olması şarttır ve de zaruridir. Bu “devletçilik” değil, “milletin hâkimiyeti” demektir. 


Bizde Olması Gereken İttifak Batıda Var, Bizde Olan İhtilaf Batıda Yok

Sevgili arkadaşlarım, bakınız yine Avrupa'da mezhepler dayandıkları kaynak olarak tamamen farklı farklı kitaplardan ilhamlarını alırlar. İncil burada bir tane değildir. Matta, Markos, Yuhanna, Luka isimli İncil'ler. Şimdi bu İncillerin, mesela Matta İncil'inin 40. babındaki meseleyle şu anda müşahhas bir örnek veremeyeceğim, etüt etmediğim için ama talebelik yıllarımdan çok iyi hatırlıyorum. Bir, Yuhanna İncil'inin 40. babı tamamen birbirinden farklıdır. Faraza aynı olayı Matta farklı anlatır, Yuhanna daha farklı anlatır. Belki de birbirine yalanlayan, tekzip eden olaylara da rastlayabilirsiniz farklı İncillerde. Onun için üzerinde yaşadığımız bu batı dünyasında mezhepler arasında korkunç harpler olmuş, yüzyıllar boyu bu harpler devam etmiştir. Buna tarihte “meşhur yüzyıllar savaşı, yüzyıl savaşı” denir. Yani itikadı nedenle ortaya çıkmış savaşlardır. Şimdi bu kadar uzak birbirine olan bu dünyadaki insanlar inanç olarak geliyorsunuz bakıyorsunuz ne kadar güzel muamelatta hep birbirini seviyor, sayıyor, takdir ediyor, destekliyor. Hâlbuki itikadı konuda bizim birbirimizden farkımız var mı? Biz de Müslüman olup da haşa Cenâb-ı Hakk'ın varlığından, zatından, sıfatından, esmasından, şüphe eden ben adam rastlamadım. Efendim bizdeki ihtilaf nedir? Sadece muamelatta uygulama şeklindedir. Eee “Allahu Ekber” derken bir mezhep elini kulağına değdirir, öteki de değdirmez. Aradaki fark budur. Yani itikadı meselelerde hiçbiri birbirini tekzip etmez, bilakis tamamen birbirini destekler. Bizim itikad olarak bu kadar güçlü bir zemine oturmamıza rağmen gelin görün ki ülke içerisindeki ihtilaf batıda olması gereken kadar çok fazla. Bizde olması gereken ittifak batıda var bizde olması gereken ihtilaf batıda yok. Çok affedersiniz batıda olması gereken ihtilaf burada yok bizde var. Bu nedir? Bence insanımızın neyi temsil ettiğini bilmemesinden neye sahip olacağına haberdar olmamasından kaynaklanıyor. Gelin hep beraber dargınlıktan efendim küskünlükten her şeyden vazgeçelim yeniden kendi iç tabiatımıza, kendi iç âlemimize dönerek bu saymaya çalıştığımız sahalarda bir ve de beraber olalım. O takdirde göreceğiz ki herkes bizi örnek alacak ve biz Allah'ın lütfuyla dünyanın örnek bir milleti ve de devleti olarak tekrar dünyanın gündemine geleceğiz.

İslam Ülkeleri Artı Türki Cumhuriyetler Olarak Bir Blok Oluşturmalıyız

Kabul etsek de etmesek de dünyada insanlık iki blok halinde yerini almıştır. Bunun bir tanesi inananlar bir tanesi o inanca inanmayanlardır. Onların da inancı vardır ama aynı istikamette bir inanç değil. Mesela batı toplumu Hristiyan'dır. Şimdi onlar bir çizgiyle isteseniz de istemeseniz de Müslümanları tefrik ederler. Misal mi istiyorsunuz? Gelin hep beraber 1974'e dönelim. Sene 1974 ne olmuştur? Kıbrıs'ta birtakım olaylar gelişiyor. Rumlar Müslüman Türk kardeşlerimizi her gün öldürüyorlar. Çoluk çocuk demeden yok ediyorlar, zulmediyorlar. Bizi o tarihte haklı demeyen dünyada bir tek devlet yok. “Siz haklısınız.” Ne zaman biz Kıbrıs'a 74 tarihinde bir çıkarma yapıyoruz o zaman “haklı” diye bütün devletler bizim karşımızda yer alıyorlar. Yahu siz bize “haklısınız” demiştiniz. Hiçbiriniz bizi ikaz etmediniz ki yanlışımızdan dolayı. Bize “haklısınız” dediniz. 
Niçin Türkiye Cumhuriyeti'nin yanında batı devletleri yer almadılar? Çünkü Yunanistan batının şımarık çocuğudur. Aynı inancı taşıyor. Grek medeniyetiyle batı yoğrulmuştur da ondan. Kabul etsek de olay budur, etmesek de budur. Müttefikimiz olan Amerika bile o zaman tarihte, o tarihlerde hatırlarsanız yardımını bize... Yani ittifak gereği yapması gereken ilgiyi bile kesmişti. Senelerce bu devam etmişti. Ben bunu çok iyi hatırlıyorum, sene 1974. Yani bugün Bosna, Bosna'da yaşayan insanların sayısı şurada malumdur. Sırpların yaptığı zulmü dünyada bilmeyen bir tek fert kalmadı, değil devlet. Peki her zaman gerek Birleşmiş Milletler, gerek NATO “şunu şunu yapacağız, yapmamız lazım” demesine rağmen Müslümanların lehinde bir tek hareketlerini ben şahsen bugüne kadar görmedim. Kabul etsek de bu iş budur, kabul etmesek de budur. 
O halde muhterem arkadaşlarım bir çizgiyi çok iyi görmemiz lazım. Müslüman olarak bize bizden başkasından fayda gelmez. Bunu derken kalkıp da bunlarla biz harp edelim, şunu yapalım, bunu yapalım demek istemiyorum. Yani bize uygulanacak olan politikayı çok iyi görelim, yapılması gerekeni hep beraber oturup, karar verelim. Şimdi bunu yapması gereken biz kalkıp da “yahu kardeşim sen şöyle bakıyorsun, ben böyle atıyorum” diyerek çok püften sebeplerle birbirine girmesi, “şurası benim, şurası senin” demesi doğru mu? Elbette yanlıştır. Kardeşlerim, meseleyi boyutlarıyla beraber ele aldığımız zaman akşam namazını da içerisine alan vakti harcamamız gerekecek. Ancak benim gördüğüm çok erken bu işi bitirmek. Zira namazı da kaçırmamamız lazım. Yani müşahhas olayları çoğaltabiliriz. Demek istiyorum ki burada kabul etsek de etmesek de dünya inançları etrafında bloklaşmıştır. 
O halde biz inancımızı yaşayan ve şu anda maalesef başı bulunmayan İslam ülkeleri artı, Türki Cumhuriyetleri bir araya getirerek bir blok oluşturalım. Ondan sonra da dünyada varlığımızı gösterelim. Dünya bize muhtaç. Bugün dünyada adalet yok, hak yok, hukuk yok, kim ne derseniz. Biz haksızlıkları yok edecek, adaletsizlikleri ortadan kaldıracak adil bir milletiz. Bütün insanlık bize muhtaçtır, bunu böyle bilesiniz. 


Birliğimizi Temin Etmek İçin Evvela Bir Ölçü Birliğine İhtiyacımız Var

Peki kardeşlerim biz birliğimizi temin etmek için neye muhtacız? Evvela bir ölçü birliğine ihtiyacımız var. Ölçümüz ne olursa beraber oluruz? 
Hiç şüphesiz hepinizin bildiği gibi insanların bir meseleye karar verirken duygu dünyasına etki eden etkenleri vardır. Mesela hislerimiz bize etki eder, duygularımız etki eder. Sevdiğimiz insanın hali bize etki eder. Bir misal vereceğim. Demişler Mecnun'a ki “bu Leyla ne kadar güzelmiş ki bunun yüzünden sen dağlara düştün. Bunu getirin bir görelim. Öyle ya bu kadar güzel insan olur mu?” Mecnun deli olmuş Leyla için. Getirdiler hükümdarın huzuruna Leyla'yı. Baktılar ki kapkara bir kız. Demiş hükümdar “yahu deli olacaktın, dağa düşecektin de bu kara kız yüzünden mi oldu?” “Aa hükümdarım ona sen benim gözümle bakabilsen.” Yani olayda bir göz hadisesi, bir duygu hadisesi var. Şimdi seven insan yanlışı görmez, eğriyi görmez. O halde duyguların üstünde bir başka ölçümüzün olması lazım. Sevgili arkadaşlarım inançlar da insanların üzerine etkili bir kavramdır, yani hüküm vermede. Kur'an-ı Kerim'de Cenâb-ı Halik “Summerciıl basara kerreteyni yenkalib lieykel basaru hâsien ve huve haşir” (Mülk Suresi, 4. Ayet) “O defalarca gözlerini semaya yönelttiler. Ne için? Allah'ı inkâr edebilmek için bir delil ararlar ama bulamazlar. O halde de gözleri yorgun ve argın olduğu halde geriye döner.” Şimdi bir insan semaya bakıyor, Allah'ı inkâr etmek istiyor ama delil bulmadan yorgun olarak geriye dönüyor. Aynı semaya “İnne fi halkıs semavati vel ardı vahtilafil leyli ven nehari le ayatin li ulil elbab.” (Ali İmran Suresi, 190. Ayet) Aynı göğe bir başka göz, inanan göz bakıyor. Geceyle gündüzü birbirini takip etmesinden dolayı, “Ya Rabbi” diyor “ne gücün, ne kuvvetin var, ne azametin var.” Yani aynı malzemeye bakan iki farklı göz, ayrı ayrı şeyler seyrediyor. 
Demek ki, bunu şunun için anlatmaya çalıştık. Demek ki inançlar bir meselede karar vermek için insana etki edebiliyor. Etkenler daha da çoğalabilir. Kuvvet de bir etkendir. Şu anda mesela bir mahkemeye gitseniz, kabul etsek de etmesek de güçlü olan tarafın yargıçlar kurulu yanında yer aldığını görüyorsunuz. Çünkü güç orada. Bir tane bizde çizgi film oynatıyoruz, “güç bende” diye. Yani güçlü olan taraf neticede kazanıyor. Ama bütün bunlar gerek duygunun, gerekse fertler arası münasebetin, gerekse gücün etkisiyle vücuda gelen hükümler adaleti ortaya koyamaz. Adaletin olması için, doğruluğun olabilmesi için, bir şeyin olması lazım. O da nedir muhterem arkadaşlarım?
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazreti Muaz'ı Yemen'e vali tayin ediyor. “Ya Muaz sana biri bir meseleyle geldiği zaman, ona nasıl cevap vereceksin?” “Ya Rasulallah Allah'ın kitabına bakarak cevap vereceğim.” “Peki ya Muaz'ı orada bulamadın. Olur ya.” “Ya Rasulallah, Resulünün sünnetine bakacağım.” “Ya Muaz o sünnette de bulamadın. Hem kitapta bulamadın, hem de sünnette bulamadın.” Şimdi ölçüye geliyoruz arkadaşlar. “O kitap ve sünnete ters düşmeyen aklıma müracaat edeceğim ya Rasulallah.” Akılla işlerimizi çözeceğiz ama nasıl bir akıl? Kitap ve sünneti, Kur'an ve sünneti kaynak kabul eden. Biz kabul etsek de, etmesek de aklımız birçok hakikatlerin içerisinden çıkamaz. O halde aklı kontrol eden ilahi vahiydir. İşte o vahyin terbiyesiyle yetişmiş insan iradesi. İnsan aklına müracaat edersek, kaynak bu olursa, böyle bir insan olursa onunla birlikte ölüme kadar da gidersin. O seni satmaz. O seni yakmaz. Hissiz davranmaz. Adaletsiz olmaz. Haksız olmaz. Kısaca o öldükten sonra vereceği hesabı düşüneceği için yaptığı bütün işlerde adil olur. Ve adili mutlak olan Cenâb-ı Hakk'ı temsil etmeye gayret eder ve de çalışır. 
Sevgili kardeşlerim ölçü bu olacak dedik. Zaten bütün ibadetlerimiz de bizi hakikatte vahdete yani birliğe doğru yürütüyor, sevk ediyor. Namaza baktığınız zaman sadece namaz ibadetinde bu espriyi görmeniz mümkün. Şöyle ki; Dünyanın coğrafyasında herkes Beytullah'a yöneliyor, duruyor değil mi? Beytullah'a karşı duruyoruz. Bu zahirdeki birliği, dış tabiatımızdaki birliği vücuda getiriyor. Ama hakikat ve tevhid bizim kalp âlemimizdedir. Şimdi Beytullah'ın etrafında hep beraber cemaat oluyoruz. “Allahu Ekber” diyerek hacca gittiğimizi kabul edip, Beytullah'ın etrafına daire şeklinde döndük. “Allahu Ekber” dedik, secde ettik. Bir an siz Beytullah'ın yerinde olmadığını düşünün. Kaldırdık Beytullah'ı. Kim kime secde ediyor? İnsanlar birbirine mi secde ediyor? Haşa. Biz hattı zatında kalbimize tecelli eden Allah'a secde ediyoruz. Ha Beytullah bir ölçüdür, tevhid ölçüsüdür. O ibadetin, tevhidin güzeli görünsün, o beraberlik görünsün diye. Yoksa, yoksa Cenâb-ı Rabbül Âlemin bize “Kur'an'ında nereye dönerseniz ben oradayım” diyor. Değil mi? Allah'ın zamanı, mekânı var mı? Zamandan mekândan münezzeh, zamanı zamanı, mekânın mekânıdır. Her yerde, her zaman var olan Allah'tır. Değil mi? Ha o tevhid, ibadet işte o birliği vücuda getirebilmektir. Kısaca arz etmek istediğim husus, yani bizim ibadetlerimizin temelinde de bu tevhid gizlidir, saklıdır. 

Toplum Hayatımızda Birliğin Olabilmesi İçin, Evvela Kendi İç Tabiatımızda Birliğin Olması Şart

Muhterem arkadaşlarım, esasen toplum hayatımızda birliğin olabilmesi için evvela kendi iç tabiatımızda birliğin olması şart. Bizim içimizde o birliği engelleyen sebepler mevcut. Bizde var o engelleyici unsurlar. Haset sende, yani bende. Kin bende, nefret bende, buğz bende. Şimdi siz bir eser düşünüyorsunuz. Öyle mükemmel bir eser ki, aman aman. E bunu yapabilmek için malzeme lazım. Şimdi fildişi kuleyi kerpiçten yapabilir misin? Yapamazsın. Yani öyle bir toplum, öyle bir cemiyet düşünüyoruz ki orada güzellik olacak, beraberlik olacak, dostluk olacak, arkadaşlık olacak, kardeşlik olacak, yardımlaşma olacak, fakirlerin elinden tutulacak. İşte böyle toplumda birlik olur. Ama olabilmesi için o toplumun ögelerinin, üyelerinin, bireylerinin çok mükemmel olması lazım. Sen bir duvar yaparken, efendim çeşitli ebatla taşları getir yan yana koy, o duvara uzaktan baktığın zaman mükemmel şekilde görebilir misin onu? Göremezsin. Ha şimdi bizim duvar taşları mesabesinde olan kalp âlemimiz, e sokakta hep birbirine çarpıyor, baba. Düzenli bir duvar meydana getiremiyoruz. O halde bu engelleri biz evvela kendi iç tabiatımızda yok edeceğiz. Biraz sonra inşallah buna gireceğiz.
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, o nefis dünyasında mevcut olan engebelerden bahisle, kâle Resulullah, “Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” Yani “o nefsindeki engelleri aşıp onu tanıyan, nefsini tanıyan “fekad arefe rabbehu” mutlaka Rabbini tanır.” Allah'ını tanıyan insandan adalet olur, hak olur, hukuk olur. Onun dışında bir şey olmaz. Yine o insanın kendi iç dünyasındaki kemalata ulaşabilmesi için, kendi kendini devamlı muhasebe etmesi lazım, hesabı çekmesi lazım. Biz ne yapıyoruz? Kendimizi hesaba çekmiyoruz. Seni hesaba çekiyorum ben. Şimdi Ahmet Efendi'yi hesaba çekmek kolay ama Haydar'ı çekmek zor. Erkeksen çek bakayım hadi Haydar’ı hesaba. Kendi kendime oturuyorum. “O Haydar'ın ne kadar güzel tarafları var. Haydar'da bir şey bulamıyoruz. Ha karşıda buluyoruz.” “İşte bunun saçı şöyle, sakalı böyle, bakı şöyle, yürüyüşü böyle.” Hâlbuki İslam öyle bir denge getirmiş ki, evvela hesaplaşma iç tabiatta, ferdin kendisiyle olacak. 
Peki, dış tabiatımızda ne olacak? Hüsnü zan olacak. Yani kendimizde hatayı başkasında fazileti göreceğiz. Şimdi tersini yapıyoruz biz. Kâle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Hâsibû kable ente hasibu.” “Hesaba çekilmeden nefislerinizi hesaba çekin.” Peygamberimiz de buyurmuyor ki “başkasını hesaba çekin.” Biz kendimizi hesaba çekeceğiz, başkasını çekmeyeceğiz. Şimdi niye günümüzde birlik olmuyor? Ben seni, sen beni yargılıyoruz da ondan. Ben seni hesaba çekiyorum, sen de beni hesaba çekiyorsun. 
İşte bu duyguyu, düşünceyi aşmamız lazım muhterem arkadaşlar. Evet, bunu aşabilmek için de Allah'ın sevgilisi bir Müslüman buyuruyor. Günde 17 defa ölümü hatırlarsa şehitle aşk olur. Bu ne demektir? Müslüman o zaman hesabı vereceğini düşündüğünden dolayı başkasının hesabıyla meşgul olmaz, kendi hesabıyla. Sen dükkânında ticaret yaparken, iş yerinde hesaplaşma yaparken gidip de Ahmet'in, Mehmet'in kasasındaki parayı mı sayıyorsun? Ödemeyi yapacaksın, kendi kasasındaki parayı sayacaksın değil mi? Bu da böyledir arkadaşlar. 

İnsan Meselesini Halletmeden Toplumda Hiçbir Meseleyi Halledemeyiz

Evet, evvela biz kendimizi düzelteceğiz. İnsan meselesini halledeceğiz. İnsan meselesini halletmeden toplumda hiçbir meseleyi halledeceğimizi zannetmeyelim. İnsanı halleden nedir? Allah'ın, Allah'a bağlılıktır, ona itikattır, ona sevgidir, ondan korkudur. 
Muhterem arkadaşlarım, bir et bıçağı düşünün. Bu bıçak kasabın elinde rızkını kazanır. Doktorun elinde hayat kurtarır. Ameliyathanede hayatı kurtarıyor. Anamızın elinde soğan, patates doğrar değil mi? Güzel taamlarla önümüze çıkar o bıçağın nimetleri. Ama bir de katilin elinde o aleti düşün, tasavvur ettiği cinayeti işler. Demek ki kullanılan alette bir şey yok. Kullanan kafa ve gönülde. O halde gelin şu kafaları, gönülleri biz milletimizin, memleketimizin, bütün insanlığın neyine kazanalım? Daha doğrusu evvela biz kendi kendimizi kazanalım. Açık konuşmak gerekiyor ki biz kendimizi kaybetmişiz. Şimdi kendisini kazanmayan insan başkası için yararlı hareket yapabilir mi? Evvela biz kendi şahsımızı kazanmalıyız ki, kendimize ait olan faydalar, mecmuunda bizler mükemmel bir birey olarak topluma atıldığımızda bizim gibi bireylerden vücuda gelen toplumda birlik ve de beraberlik olsun. Yani biz evvela kendi nefsimizi kendimize kazanmamız lazım.

Tevazu, İnsanın Hakk’ın Karşısında Kendini Hiç Kabul Etmesidir

Evet, muhterem arkadaşlar. Sevgili arkadaşlar. O halde kendimizi kazanmamız için yani topluma biz faydalı bir eleman olabilmemiz için “hangi sıfatlarla donanmış olalım ki toplumda istenilen insan biz olalım?” sorusunu sorduktan sonra gelin hep beraber meseleyi çözmeye çalışalım. Birincisi tevazudur. Muhterem arkadaşlarım. Tevazu, bakınız İslam bütün ibadetlerinde Müslümanın mütevazı olması kurallarını gündem etmiştir. Ve İslam'ın ibadet kuralları içerisinde Müslüman neticede mütevazı olmak mecburiyet ve de mükellefiyetindedir. Neden? Çünkü tevazu insanın hakkın karşısında kendini hiç kabul etmesidir. Bundan dolayı. Şimdi herkes o gücü karşı tarafta görecek ki ona karşı mütevazı olabilme psikolojisine sahip olsun. Onun için de bakınız İslam'da giyimimizden efendime söyleyeyim hareket şekillerimize kadar bütün kurallar insanı mütevazı olmaya sevk eder. 
Mesela sakalı bırakmak sünnettir, değil mi? Sünnet olan bu sakalda bakın ne kadar tatlılıklar var. Sarığı sarmak da sünnettir sarıklı gezmek, o da sünnettir. Cübbe giymek de sünnettir. Şimdi bu güzel sünnetleri biz yapıyoruz bugün ama hiçbiri o ruha malik olmayan şahıs da olmadığı için sakallıya bakıyoruz sevmiyoruz, cübbeliye bakıyoruz sevmiyoruz, sarıklıya bakıyoruz sevmiyoruz. Şimdi belki bakan ve bakılan ikisinde de hata var. Nasıl olmamız lazım işte? Esasen sakal muhterem arkadaşlarım sarıktan başlayalım dilerseniz sarık bir müminin kefenidir, Müslümanın kefenidir. Yani Müslüman her an kendisini ölüme hazırlayan bir varlık olarak görmeli. “Benim hayatım nerede başladı, nerede bitti bunun hesabı bana ait değildir. Her an ölebilirim. Onun için de ben Rabbime karşı hazırlıklı bulunmam lazımdır” inancı içerisinde teslimi ruh edecek bir psikolojide hayatını sürdürür. İşte o sarık da ben her an ölüme hazırım demenin alamet ve bir işaretidir. “Ya Rabbi ben ölüme hazırım.” Sarık budur. Evet. O halde sarık saracak arkadaşlarımız ölü gibi mütevazı olması lazımdır, yukarıdan aşağı bakmayacak. Diğer arkadaşlarımız da o nezaket içerisinde davranacak. Şimdi tek taraflı da olmayacak. İki, sakal ee Müslüman “ölü” dedik. Ölünün üzerinde ne vardır? Toprak vardır, toprağın üzerinde de çimen vardır. Yani ölü şahsiyetin üzerindeki çimendir sakal. Bende nefis denilen dava kalmadı, hak hâkim oldu. Bir noktada sakal Müslümanın bayrağı oluyor, alameti oluyor. O tevazuunun, ölünün yani ahlak-i zemimenin yok olduğu bir dünyada işte o yeşil çimenler yerine bu siyah sakal veya ağırmış sakal. Bu da sakal demek. Peki onun gireceği kabirde cübbedir işte. Şimdi bu evsafa bürünmüş bir iradeyi düşünün. Yalan konuşabilir mi? Adam aldatabilir mi? Başkasına zulmedebilir mi? İnsanların elinden tutmama imkânı olabilir mi? İşte sakal, cübbe, sarık bu demektir. Bilmem anlatabiliyor muyum? 
İslam'da bütün kurallar ve de... Mesela eskiden “baş kesme” diye dergâhlarda bir tabir vardı. Baş kesme. Baş nedir? Vücudun en yüksek organıdır. Baş, merkez olarak insanın hem merkezi, hem de en yüksek noktasıdır. Baş kesme, “ben yokum” demek. Yani insan baş kesildi mi yok demektir. Sen “ben yokum” diyorsun, karşı tarafta baş kesiyor, “ben de yokum” diyor. Şimdi senin ve benim olmadığım yerde ne vardır? Allah vardır. Yani bizim toplum hayatımızın terbiyesi hep bu İslam adet ve geleneğiyle beraber yorulduğu için çok fevkalade bir içtimai, iktisadi, ahlaki, ailevi bir hayat yaşadık. Allah tekrar bu hayatı cem-i cümlemize nasip eylesin. Yani bunlar uzakta hayal değil. O ferdi kazandığımız zaman, o insanı yetiştirdiğimiz zaman işte o toplumda, o bireylerden vücuda gelen o toplumda kazanılmış olacak inşallah. 
Evet muhterem arkadaşlarım. İslam dedik, işte bu tevazuyu Müslüman'a emrediyor. Zira bakınız ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak, Esteuzubillah, “E ve lem yerel insanu enna halaknahu min nutfetin fe iza huve hasimun mubin” (Yasin Suresi, 77. Ayet) Cenâb-ı Hak, “insanoğlu yaratılışına bakmıyor mu ki onu biz bir nutfeden yarattık.” Bir kokmuş su damlasından da sonra o kalktı bize kafa tutuyor. Hâşim oluyor. Baksana diyor senin yaratılışına. Senin ve benim aslım bir damla sudur arkadaşlar. Ama ne muazzam bir irade ki o su görüyor şimdi, işitiyor, muhakeme ediyor. Bu kadar icatları, keşifleri yapıyor. İşte Cenâb-ı Hak bütün bunlar diyor senden olmadığını sen bilesin. Bu sahibine ait vasıflardır. Yani “bana ait vasıflardır ey insan” demek istiyor Kur'an'ında. İşte Kur'an bu mütevazı tipi çeşitli ayet-i kerimelerde gündem ediyor.


Üzüm Üzüme Baka Baka Kararır 

Evet muhterem arkadaşlarım daha biz “üzüm üzüme baka baka kararır.” Efendim bir Acem hikayesi vardır. Ârifin bir tanesi Sâdî-i Şîrâzî, bunu Gülzâr’ında anlatıyor. Şeye gitmiş, hamama gitmiş bakmış ki padişah başını toprakla yıkıyor. Sormuş hal diliyle ona. “Ey toprak senin arkadaşların ayaklar altında ezilirken senin padişahın başına çıkmana vesile olan husus nedir?” Toprakla hal diliyle demiş ona ki: “Benim diğer topraklardan farkım yok ancak benim üzerimde bir zamanlar gül ağacı vardı. Onun yaprakları benim üzerime düştü. Kokusu bana sirayet etti. Hükümdar da geçerken bu kokuyu aldı. Zannetti ki koku bendendir. Efendime söyleyeyim şimdi beni başına sürüyor. Ama koku benim değil gülün kokusudur.” 
Burada şunu arz etmek istiyorum muhterem arkadaşlarım. Yani biz kiminle berabersek onun huyunu ahlakını alıyoruz. Kabul etsek de etmesek de şu anda bir kahvehaneye gidelim fazla değil yarım saat oturup içinize kadar sigara dumanı siner. Öyle değil mi? İnsanlar arkadaşı olduğu şahısların istesek de, istemesek de huy ve adetlerini tekrar ederler kendi nefis dünyalarında. O halde biz kendimize öyle dostlar bulmalıyız ki bu dostlar. Sıradan dostlar olmaması gerekir. Bunlar bazı kokuları, bazı güzellikleri üzerinde taşıyan insanlar olmalı ki hakka hakikati bizi bunlar taşısın. Bunun için de Kur'an-ı Kerim Cenâb-ı Hak bizlerin kendi sevdikleriyle beraber olmamızı emrediyor. Esteuzubillah, “Vec'al lena min ledunke veliyyen” “Ya Rabbi bizi sana ulaştıracak, sana kavuşturacak dost ve onun arkadaşı olalım.” (Nisa Suresi, 75. Ayet) 
İşte biz bu hak dostlarıyla beraber olursak bunlar bize merkezlik yaparlar. Bu merkezler etrafında oluşan insanlık da hak ve hakikatin dışına çıkmaz. Neden? Şimdi insanların iradesi şu veya bu şekilde muhterem arkadaşlarım birtakım etkiler altındadır. Etkinin karşısında ferd, istese de istemese de tepkisini ortaya koyar. Ama Allah'ın iradesinin etkisi altında olan insan tepkisini Allah'a sevgi, saygı, korku niteliğinde ortaya koyar. İşte bizim “merkezi otorite” dediğimiz şahıs Allah'a karşı olan ubudiyetiyle birlikte yakınlığı temin etmiş olan irade sahibi insandır. Bunlarla beraber olacağız. Bunlarla olduk mu hiç şüphesiz bu insanlar bizi taşıyacakları yer nedir? Hakkın huzurudur, Cenâb-ı Hakkın dergâhıdır. 


Ulü’l-emr Kimdir? 

Şimdi burada ayet-i kerimede Cenâb-ı Halik Zül Celal vel Kemal Hazretleri bakınız, “Allah'a itaat ediniz, Resulüne itaat ediniz ve ulul emri mümkün sizden olan ümeraya da itaat ediniz.” buyuruyor.
Peki güzel anladık bu ümera kimdir? Allah biliniyor, Peygamber biliniyor. Ümera kim? Sizden olan ümera. Ulema-yı amili ve meşayih-i kâmiline ile hizmet eden irade demektir. Anlatabildim mi? Şimdi günümüzde her şey tersine döndü. Âlim de, mürşit de, siyasi iradeye hizmet ederse meşru, etmezse gayrimeşru. Ölçüler ters döndü, yanlış bunlar. Kim kime hizmet edecek? Herkes âlime hizmet edecek. Değil mi? Sen şimdi Diyanet Reisine kafa tutarsan senin önderliğinden bir şey olmaz. Âlim bu adam. Dini sen bilmiyorsun, bu biliyor. Değil mi? Müftü ile kavga edersen senin verdiğin hükümlerle bir şey olmaz. Şunu anlatmak istiyorum. Yani Ulü'l-emr derken biz kendimizi Ulü'l-emr yerine koyduğumuz zaman yanlış fetvalarla insanlara da yanlışlara sevk etmeyelim. Eğer biz insanımıza hizmet edebiliyor, onların âlimine, onların kâmiline hizmet edebiliyorsa Ulü'l-emr oluruz. Aksi takdirde “bana gelecek, hizmet edecek, benim bildiğim gibi olacak” dediğin zaman o zaman tarihte bunun bir misli olmuştur. Bu da kimdi? Bu Hâriciler “bizden olan Müslümandır” dediler, “olmayan kâfirdir” Allah korusun. Bu hususta insanımızı kabul etsek de etmesek de tefrikaya yöneltir. 
O halde literatürümüzde kullandığımız kelimeleri veya temsil etmekte olduğumuz davayı hem bileceğiz hem de liyakatle onu temsil edeceğiz. Aksi takdirde toplumu isteyerek veya istemeyerek bölme noktasına girebiliriz. O zaman fayda beklerken insanlardan, insanlıktan maalesef zarar gelir. Bunu çok iyi görmemiz ve de bilmemiz lazım. Evet, yani burada kimseyi ben eleştirmiyorum, yanlış anlamayın, benim ölçüm ölçüyü ortaya koymaktır. Benim vazifem budur, bunu koyuyorum. Şimdi siz de kendinizi muhasebe edin, “kim doğrudur, kim yanlıştır” onu ortaya çıkartın. Değil mi?
Evet, muhterem arkadaşlarım, ha kimdir bu insan? Bu insan Allah Kur'an'da tarif ediyor. “Vettebi' sebile men enabe” sadakallahülazim. “Bana dönenlerin yoluna uy.” (Lokman Suresi, 15. Ayet) Allah seni döndürecek o insan, onun yoluna gireceksin. Yine bir başka ayet-i kerimede “Ulaikellezine hedallahu” “Onlar Allah'ın hidayet ettiği insanlardır.” (Enam Suresi, 90. Ayet)  “Fe bi hudayuhumuktedih” “Onların hidayetine uy.” (Enam Suresi, 90. Ayet)  Ona uyacaksın, o sana uymayacak. Geldi, “benden ol da kurtul.” Oldu mu oğlum sen işini yaptın bir şey oldu mu? Sen ne biliyorsun ya? Taharet almaktan haberi yok senin. Sen makinacısın, bu işten anlamazsın. “Ondan olacağım, kurtulacağım”. E benim vazifem irşad, ikaz, ne olacak bu iş? “Onun dediği gibi olacağım.” E hepimiz makineleştik o zaman. Değil mi? Ha, yanlışa müsaade etmek yok. Allah bunun hesabını sorar. Anlaştık mı? 

Müslüman, Müslümana Nasihat Eder, Cihat Etmez 

Tabii  Avrupa'da da herkes istediği gibi konuşuyor. Kimse de kimseye hesap sormuyor. Bilen de bilmeyen de. E bunlar yanlış şey. Sonra Müslüman, Müslümana nasihat eder; Müslüman, Müslümana cihat etmez. Cihadı kime edersin? Aha orda Yunan var. Kavga istiyorsan Yunan'dan harp et. Buna “cihat” denir. Benim sana yaptığım sohbetin adına nasihat denir. Senin bana yaptığına da nasihat denir. Benim de hatam olur, senin de. Buna “ikaz” denir, “irşad” denir. Anladın mı? Ha, cihat kime yapılır? Haşa, Cenâb-ı Hakk'ı inkâr edene yapılır. Müslüman, Müslümana tokat atar mı ya? Orada nifak var. Evet muhterem arkadaşlarım, bazı terimleri yanlış kullanıyoruz. 
Eğer Müslüman, Müslümana “cihat” kelimesi adı altında yaklaşırsa, o toplumun içerisine korkunç bir nifak gider. Hazreti Hüseyin'i şehit eden Yezid, caminin kapısı önüne adamlarını koyuyor. “Bana” diyor, “biat ederseniz Müslüman, etmezseniz kâfirsiniz, ona göre ha.” Zorla biat alıyor. Olmaz, bunlar yanlış. Kaldı ki, hür dünyanın geldiği şu noktada, İslam'ı bu mantık ve mantaliteyle yorumlayıp anlatmak, hiç kimseye bir şey kazandırmaz. Bunlar bile siyasi ihtirastır. Siyasi ihtiraslarımızın kurbanı dini kimse yapamaz. Ben şahsen, üzerime düşen vazifeyi ikaz etmektir, bunu yapıyorum. Bunu sadece burada değil, Türkiye'de. Gıyaben değil, konferanslarla. Hatta gerekirse, muhatapların yüzüne karşı yapıyoruz. Yanlış anlamayın. Değil mi? Ulü'l-emr, odur. Milletine hizmet edendir, ulemasına hizmet edendir. İrşad ehline hizmet edendir, onlardan hizmet bekleyen değil. Benim sahih olabilmem için gideceğim, ona kaydolacakmışım. Şuraya, kafaya bak ya. Yani, nikah altına alacak bizi. Bunlar yanlış. Merkezi otoriteyle, onunla beraber olmak.

Müsamaha, İyi Muamele, Güzel Davranış Demektir

Diğer bir husus muhterem arkadaşlarım, müsamaha ile insanlara yaklaşmak. “Müsamaha” demek, “iyi muamele, güzel davranış” demektir. Taassupsa kaçmadan insanlarla beraber olmak. “Benimki doğru, seninki yanlış” bunu dediğimiz zaman iş biter. Ya! Karşı tarafın doğru söyleme ihtimali vardır diye, birbirimize açık olmamız gerek. Doğru, mutlak doğru, Allah'ın ayetidir. Hükümde Cenâb-ı Hak “şu haramdır” diyor, bu doğrudur, tamam. Sana bunun tartışması düşmez. İnanmak, amel etmek düşer. Anlatabildik mi? Senin vazifen, Cenâb-ı Hak ne dedi? “İçki haram.” Tamam, bunu sana “düşün” demedi ki, “içki haramdır” dedi. “Yapma” dedi. Yapmayacağız. Daha “kumar haram”. Onu da oynayamayacağız. 
Muhterem arkadaşlarım, bunun dışında, ahkam-ı ilahiyenin dışında, fikri ve günlük hayatımızda, birbirimizi dinlerken, son derece müsamahakâr tavırlar içerisinde dinlemeliyiz. Birbirimize tahammül etmeliyiz. 


İslam Taassubu Kökünden Reddediyor

Eğer birbirimizi tahammül edecek nitelikte dinlemezsek, o takdirde biz kendi taassuplarımızı din yapmış oluruz. Onlara secde yapıyoruz demektir. Yani “benim dediğim doğru, seninki yanlış.” Bu işte taassuptur, Allah korusun. İslam ise bu taassubu dibinden, kökünden reddediyor. 
Kalkanlar hemen kalksın ki, yani ben milletin istediği gibi değil, Allah'ın istediği gibi konuşmaya memurum. 
Hz. Musa'yı Cenâb-ı Hak, Firavun'a gönderirken, “ya Musa ona lîf ile muamele eyle. Haşa, Cenâb-ı Hak, Firavun ‘un Müslüman olmayacağını bilmiyor muydu? Biliyordu. Ama buradaki incelik, Firavun’un yanında Hz. Musa'nın nezaket ve nezafetinden, onun etba-ı ve etrafı istifade etsin içindir. Ve nitekim böyle olmuştur. Etrafı istifade etmiş, Müslüman olmuşlardır. Ama o, ısrarından, küfründen dolayı da inat etmiştir. Hz. Musa'yı dinler görünmüştür, dinlememiştir. 
Kör olmaya, ahmak olmaya gerek yok muhterem arkadaşlar. Sizi kurtaracak olan istikamettir, Ahmet Mehmet değil. Evet, müsamahalı tavır, bakınız İslam'ın tebligatında, İslam'ın yayılmasında en güzel unsur, müsamahada insanın merhamet duygusuyla bezenmiş olmasıdır. Allah'ın sevgilisi Taif'e hicret ettiği zaman, “Ey Taif halkı, elimdeki Kur'an'ın, dilimde ve gönlümdeki imanınla eşi ve benzeri olmayan Allah'a gelin, iman ediniz. Ona iman etmeye sizleri davet ediyorum.” O Taifliler, taş yağmuruna tutuyorlar çocuklar vasıtasıyla onu. Ayakları kanlar içerisinde, hurmalıkların altına gidiyor Allah'ın sevgilisi. Hz. Cebrail geliyor. “Ya Muhammed, yeter ki sen dile Rabbim şu iki dağı birbirine kavuştursun, Taif halkını helak eylesin.” O zaman, Peygamberimiz, “kendine gel ya Cebrail, ne yapıyorsun? Ben âlemlere rahmet olsun diye gönderildim.” “Allahümmehdi kavmi fe innehüm la yalemün” “Bu kavim seni ve beni bilmez ya Rabbi, onun için isyan eder. Bunlara sen hidayetini nasip eyle.” İşte, Müslüman'ın Müslüman'a bakış tarzı muhterem arkadaşlarım budur. Hatta bu kafire bakıştır. Kaldı ki Müslüman'a nasıl! Sen kendi çocuğunu hata yaptı diye evden hemen kovuyor musun? Değil mi? 
Kaldı ki, ümmetin velisi diye geçinen insanların öyle kalkıp, şu veya bu insana çamur atması, ardından cemaatleri lekelemesi, neymiş? “Beyefendiyi desteklememiş.” Kaç paralık herifsin sen ya? Hayatında kaç gününü İslam'a vakfettin sen? Nesin sen? Taharet almandan haberin yok senin. “Beyefendi gibi düşünecekmişiz. Beyefendi gibi inanacakmışız.” Allah sana hidayet nasip etsin ya! 
Evet, muhterem arkadaşlarım. Elhamdülillah, bu yanlış yorum ve anlayışlar hiçbir zaman Müslüman'ın istikametteki halini değiştirmez ve değiştirmeyecektir. Buna da inancımız tamdır. 
Sevgili arkadaşlarım, bir de içimizde olan bazı duygular var ki, bu duyguları ne yapmamız gerekir? Islah etmemiz gerekir. Bu nedir? Az evvel söylediğim gibi taassuptur. Taassup, kendine ait olanı ifrat ile kabul etmek, başkasına ait olanı da reddetmektir. Benim mi? Aa çok doğru. Bu elbiseden tutun da, yediği gıdaya kadar insanda taassubi davranış varsa sirayet edelim. Efendim, “kendi eseri çok mükemmeldir”, “kendi sözleri çok mükemmeldir”, “kendi elbisesi çok mükemmeldir”. Hatta “ayakkabısı çok mükemmeldir”. “Kendi partisi de çok mükemmeldir ama başkasınınkinde bir şey yok.” Bu taassup. 
Muhterem arkadaşlarım, taassup bakınız ne korkunç neticeler doğruyor. Bir, taassup gerçeği gizliyor, yanlışı hak gösteriyor. Yani bir insan bir insana karşı taassubi bir davranış içerisinde olduğu zaman, mutlaka biliniz ki o gerçeği gizleyecektir. Ya kendisine göre doğruyu söyleyecek, kendisine göre yanlış bulacaktır. O takdirde zuhur eden bütün hakikatleri inkâr edilecektir. O halde taassup küfre açılan bir kapıdır. Yani inkâra giden bir kapıdır Allah korusun. Onun için bu halden taassubi davranıştan bir defa kurtulmamız lazım, bir. İki, insanı hakka değil, nefsani hakikatlere, nefsani güya kendisine göre doğrulara kul eder taassup ve hakka ait gerçeğe ters düşer. Hak olan gerçeğe insanoğlu ters düşer. Başlar ayetleri, hadisleri kendine göre yorumlamaya. “E ben de ayet okuyorum” der. Sen de zannedersin ki gerçekten bu ayetin ruhunu bilerek bunu okuyor. Hadis-i şerifin ruhunu bilerek bunu okuyor. 
Muhterem arkadaşlarım, olaylar bir mantalite kazandığı zaman herkes o mantalite içerisinde düşüncelerine bir yer verir. Eğer senin mantık ve mantaliten Allah korusun taassup ile bina edilmiş ise birçok yanlışlar sende doğru olarak ortaya çıkar veya doğru olarak görünür. Ve o takdirde de Allah korusun toplumun, toplum hayatının sonu demektir. Ve taassup en kötüsü, cehaleti doğurur.

Cehalet, İnsanın Hakkı Bilmemesi, Hakka Ters Düşmesi Demektir

Cehalet, insanın hakkı bilmemesi, hakka ters düşmesi demektir. Hakkı dinlemez. Yani okuma yazma ile ilgili bir olay değil bu. Nice okuma yazma bilmeyen insanlar var ki, bunlar ariftirler, bizim tarihimizde. Mesela Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem ümmidir, okuması yazması yoktur. Evliyanın reisi Üveys el-Karanî ümmidir. Bakınız, onun hayatından bir sahne hatırladım.
Peygamberimiz ona hırka-i saadetini gönderiyor. Arıyor Hz. Ömer onu. Diyorlar “filan yerde, ibadetle meşgul.” Bir de bakar Hz. Ömer, Üveys namaz kılıyor. Bekler selam vermesini. Hemen döner, “ya Ömer hoş geldin” der. Hz. Ömer sorar. “Ya Üveys, benim Ömer olduğumu nereden biliyorsun? Söyle bana bakayım” der. “Müslüman, Müslümanın kardeşi değil midir?” “Evet.” “O halde kardeş kardeşi tanımaz mı? Sen benim kardeşimsin”, diyor. Hz. Ömer bakıyor ki, “muazzam bir deryanın karşısındayım. Cennetle müjdelemiş mübarek zat.” “Ya Üveys” diyor, “nasihatine devam et”, diyor. Hemen soruyor, “Allah seni biliyor mu”, diyor. “Evet”, diyor. “O halde Allahtan gayrısı da bilmesin” diyor. Gene bakıyor, çok muazzam bir şey. “Devam et”, diyor. “Ne olur,” diyor. “Peki” diyor, “sen Allah'ı biliyor musun?”, diyor. “Biliyorum”, diyor. Üveys Hazretlerine, “O halde Allah'tan gayrini bilme”, diyor. Evet, böyle bir zat. İşte bu da ümmi. Allah şefaatinden ayırmasın. 
Şimdi sevgili arkadaşlarım, cehalet insanın hakka hakikate ters düşmesidir. Romen Diyojen için söylerler. Gündüz feneri yakmış, sokağa düşmüş. Demişler, “ne yapıyorsun?” “İnsan arıyorum.” Yani eğer insan cehalet içerisindeyse, güneş de olsa karanlıktadır. Onun için aydınlık ne demektir? İnsanın aydınca düşünmesi demektir. Bazı arkadaşlarımız ümmilikle cehaleti birbirine karıştırıyorlar. Bir öğretim görevlisi arkadaşımızın bir sohbetinde, “efendim” diyor “Kur'an'ın manasını bilmiyor, cahildir.” Yanlış. Her Müslüman Kur'an'ın manasını biliyor. Ama hangi cüzde, hangi surede ne yazdığını bilmiyor. Şimdi biz helalın, haramın ne olduğunu bilmiyor muyuz? Bir âlim gibi elbet de bilemeyiz. Değil mi? O zaman adımız “âlim” olurdu. Biz biliyoruz. Mesela “kıyam halini” sorsak bir kardeşimize belki de “kıyam şudur” diyemez. Ama beş vakit namaz kılan her kardeşimiz kıyamı tatbik eder. Değil mi? Bu cahil değildir. Bu ümmidir. Yaptığı şeyin ismini bilmez. Yani o mefhumlar, o haller nedir bunu bilmez ama kendisi âlimdir. 
Şahsen ben bu sahada kendi annemi her zaman örnek olarak bilim ve yaşarım. Allah gani gani rahmet eylesin benimkine ve sizinkilere. Hayatımda bir tek sabah ezanı o rahmetlinin üzerine okunmamıştır. Gece yarısı ibadete kalkar, sabah kuşluk vaktine kadar ibadet ederdi. Öyle bir insan. İstanbul'da Allah selametini versin, Hacı Mahmud Efendi Hazretlerinin de müridiydi. Annem Hacı Mahmud Efendi'nin müridi, babam Rahmetli Hacı Abdurrahman Efendi'nin müridi. Bizim evde adeta koalisyon vardı, Tarikatlar koalisyonu. Müslüman taassup ehli olur mu? Herkes içsin manevi şerbeti. Ehadiyet denizine girsin de, nerden girerse girsin ya. “Niye benden değilsin?” Hay senin dilini eşek ağrısı soksun! 
Bu Adıyamanlı kardeşimiz var. Allah rahmet eylesin. Ben her zaman onu misal olarak veriyorum yaptığım sohbetlerde ve de konuşmalarda. Bakın bir tane yanlış niyetli adam onun bölgesine girebildi mi? Kesti aldı orasını rahmetli. Kendi aslı Kürt ama Kürtçü değil. Onun hilmi, onun merhameti, onun sevgisi oradaki insanların gönlünü ihya etti. Bir tek efendim memleket, din, millet düşmanı oraya giremedi. Anlatabiliyor muyum? 
Kısaca biz arif insandan bahsederken bu şahıslar hatırıma geldi. Efendim cehalet daha farklıdır. Cehalet hakkı bilmemektir. Hakka ters düşmektir. Hakka zıt olmaktır. Bu olursa cahiliz. Velev ki milyonlarca eser de yazsak cahil oğlu cahiliz. Evet bak “iman etti” denilebilmesi için bir şahsa “La İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah” demesi de lazım değil mi? İman. Onun önünde dünya bir âlem, bir cennet. “Hayır inanmıyorum” demek de Allah korusun bir başka âlem, cehennem. Bir tek kelime. Arif kim? O âlemi bilip onu kazanmak isteyen. Cahil kim? Kim ona sırtını dönüp zıttı istikametinde hareket edendir. Budur. Bizim literatürümüzde, bizim edebiyatımızda, bizim lügatimizde cahilin anlamı okuma yazma değil, hakkı bilme ve bilmeme şeklinde anlatılır ve anlaşılır. Evet Cenâb-ı Hak bizleri âlimlerden, halimlerden, ariflerden eylesin. Cahillerden eylemesin. 


Kalbinde Kibri Olanda İman, İman Olanda Kibir Olmaz

Sevgili arkadaşlarım, bir başka sıfat daha var ki, o sıfata insan olarak malik olduğumuz zaman, o da birbirimize yaklaşmamıza mani olur. Nedir bu? Kibirdir. Esteuzubillah, “Ve iz kulna lil melaiketiscudu li ademe fe secedu illa iblis, eba vestekbere ve kane minel kafirin.” Sadakallahülazim (Bakara Suresi, 34. Ayet) Ayet-i kerimede Cenâb-ı Halik buyuruyor ki, “biz meleklere secde edin dediğimiz zaman, iblisin dışındakiler secde etti, sadece iblis böbürlendi, kibirlendi, secde etmedi.” “Ebâ vestekbere.” (Bakara Suresi, 34. Ayet) Demek ki kibirlenmede büyüklenme var, kabul etmeme var, reddetme var. O halde, hastalıkların belki de en büyüğü, manevi hastalıkların belki de en büyüğü, insanın böbürlenmesi, kibirlenmesidir. Bakınız burada enteresan bir hadis-i şerif var, muhterem arkadaşlarım. “Lâ yedhulul cennete” kâle rasulullah. “Lâ yedhulul cennete men kâne fî kalbihî mithkâlu zerratin min kibir.” “Kalbinde zerre kadar kibri olan cennete giremez.” Zerre kadar kibri olan, Allah korusun. Yine bir başka hadis. “Ve lâ yedhulun nâra men kâne fî kalbihî mithkâlu habbetin min hardelin min îmân.” “Kalbinde de zerre kadar iman olan kimse cehenneme girmez.” Allah Allah. Şimdi kalbinde iman olan kimse cehenneme giremiyor, kalbinde kibri olan kimse cennete giremiyor. O halde ölçü, kalbinde kibri olanda iman, iman olanda kibir olmaz demek oluyor. Değil mi arkadaşlar? Hep beraber gelin, kibirli dünyamıza son verelim. Rabbimizin istediği anlamda kul olalım, birbirimizi sevelim inşallah. Oldu mu? Evet efendim. 

“La İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah” Diyen Her İman Ehli Kardeşimiz Doğrudur

Sevgili arkadaşlarım, bu halde dediğim gibi tevhide, birliğe mâni olur. Bir de dinde kibirlenme var. Ona geldi sıra. Nedir bu? 
“İzâ kâle’r-raculu heleke’n-nâsu fehuve ehlakehum”
Allah muhafaza etsin. Peygamberimiz buyuruyor ki, “bir insan benim yolum doğrudur, bu yol haktır, hakikattir. Ancak bununla cennete gidersiniz, bu yolun dışına çıktığınız zaman cehennemliksiniz dedi mi, bilin ki cehennemlik odur.” Allah korusun. O halde hep beraber haykıralım. Kimler doğrudur? “La İlahe İllallah Muhammedun Resulullah” diyen her iman ehli kardeşimiz doğrudur. Tamam mı? Meşrebi, mezhebi, ne olursa olsun. 
“İnnemel mu'minune ihvetun.” “Müslüman, Müslümanın kardeşi.” (Hucurat Suresi, 10. Ayet) 
Yok efendim, o şöyle bakıyor, o şöyle düşünüyor. Öyle şey yok. Biz Müslümanız. İmanımız için yeri geldiği zaman bu canı feda ederiz. Bu insan nasıl olur da Allah'ın rahmetinden, merhametinden müstesna kabul edilebilir mi? Öyle olur mu? Mümkün mü bu ya? Evet işte, Allah'ın sevgilisi, sahih hadis muhterem arkadaşlarım. Hadisi bir daha okuyorum: 
“İzâ kâle’r-raculu heleke’n-nâsu fehuve ehlakehum”
“Kim benim yolum doğrudur, benimki haktır, diğerleri batıldır derse, asıl helak olmuş odur.” Allah korusun. Allah muhafaza eylesin. 


Aşk, Müslüman’ın Müslüman’da Yok Olmasıdır 

Evet muhterem arkadaşlarım. Bana dediler ki, “ya hocam sen has konuşuyorsun da bazı arkadaşlar var, burada niye çıkıp açıkça ikaz etmiyorsun?” Dedim ki, “benim vazifem ölçü vermek. Ben siyasetçi değilim. Benim dediğim ölçüler üzerine siyasiler konuşmasını yapsın, gerekli cevabı versin.” Yanlış mı dedim? Ha? Söyleyin. İş bu kadar, benden bu kadar. Herkes haddini bilecek, haddimizi aşarsak olmaz. Haddimizi bileceğiz. Bize mücerretleri göstermek düşer. Siyasilere de müşahhasları anlamak ve anlatmak düşer. Değil mi? 
Sevgili arkadaşlarım, kibirden, gururdan inşallah tecrit edileceğiz. Bir başka hal, birbirimize bizi düşüren hal. 
“Vemâ teferrakû illâ min ba’di mâ câehumu-l’ilmu baġyen beynehum” (Şura Suresi, 14. Ayet) 
Allah Allah. Şu ayete bak. “Kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düşenleri ancak birbirini çekememezlikten olur” Ayrılığa düşmelerinin nedeni, birbirini çekememeleri olmuş. İlim var bunlarda. Âlim. Biri öteki de âlim, o da âlim. Ha demek ilimde insanı kurtarmıyor. Çekememesinden dolayı birbirine düşüyor. Nedir bu hal? İşte hasettir. Haset, ameli ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi bitirir muhterem arkadaşlarım. Allah korusun. O halde hep birbirimize hayırlar istikametinde dua edeceğiz. Eğer içimizden bir tanemiz manen büyür, güçlenir, madden de öyle. O yarın ahirette bize şefaat eder, bizi kurtarır. Zengin olursa fakire fukaraya yardım eder. O halde haset edip de bu tür tehlikeye düşmenin anlamı ne? Kimde haset olmaz muhterem arkadaşlarım? Allah için birbirini seven insanlar da haset olmaz. 
Abdülkadir Geylani Hazretleri'ne adamın bir tanesi geliyor. “Ya Hazret bana aşkı anlatır mısın?” diyor. “Sen bu soruyu git, kardeşim Ahmet er-Rıfâi’ye sor. Benim selamımı söyle, o sana bu cevabı verir.” Gidiyor. Diyor “efendim” diyor,  “ben şu anda Hazreti Şeyh'in dergâhından Abdülkadir Geylani'nin dergâhından geliyorum. Ona aşktan sordum, o da bana git kardeşim Ahmet'e selamımı söyle, sana bunun cevabını verir dedi ve ben de geldim.” “Öyle mi” diyor, kalkıyor, baş kesiyor. “Ben şimdi döneceğim” diyor, “döndüğüm zaman etrafıma bir daire çiz.” Ve çiziyor, Hazreti Ahmet er-Rıfâi dönüyor, dönüyor, bir müddet sonra o şahıs ne görsün? Abdülkadir Geylani dikildi karşısına. Tekrar dönüyor, dönüyor, Ahmet er-Rıfâi, “işte aşk budur” diyor. Ne demek aşk? “Müslüman'ın Müslüman'da yok olmasıdır arkadaşlar”. Eğer ben seni, sen de beni seviyorsan işte budur. Arif olmak lazım. 
Birbirimizi seveceğiz. Nefretten bir şey çıkmaz. Lafta değil, hakikatte bunları yaşayacağız. Allah bu manada hepimizi kardeş eylesin. 
Bakınız, büyük veli Hazreti Mevlâna Âşıklar Sultanı, gelir bir tanesi der ki, “ya Hazret ben koyun buldum, etinden yiyebilir miyim?” “Yersin” der. “Ama biz bunu Hacı Bektaş'a sorduk, yiyemezsin” dedi. “Öyle mi?” “Evet” der. “O bir elmas, o kir tutmaz.” Mevlana Hacı Bektaş için söylüyor. Eskiden, ne bu demek hocalar birbirine katma, böyle dedikodular da, aynı zat veya ekip geliyorlar Hazreti Hacı Bektaş'a. “Efendim, biz bir koyun bulduk, etini yiyebilir miyiz?” “Yiyemezsiniz.” “Ama Mevlana yenir dedi.” “O bir umman, deniz, onda kir tutmaz.” 
Şimdi muhterem arkadaşlarım, bakınız şu büyüklerin birbirine olan sevgisine, muhabbetine, saygısına. İşte bizim anlatmak istediğimiz dünyada bu. İslam dünyası böyle olur, herkes birbirini sever, birbirini sayar. Batının literatüründe, batının edebiyatında, batının mantığında inkâr vardır. Felsefesi inkâr üzerine kuruldu da ondan. Şimdi gelir, efendim, realistler, hemen arkasından sürrealist gelir, onu reddeder. Onun arkasından gelir pozitivistler, onları reddeder. Bunların hiçbiri doğru değil mi? Rahmetli Necip Fazıl, dedi ki, “batının en büyük doğrusu birbirini inkârıdır.” Ha şimdi bizim İslam dünyamız öyle oldu ki, “A cemaat”, “o canım ne, bak…” “B cemaat”, onu da reddet. Kim? Bir tek sen de o. Dur da kardeşim ya, Allah'ım, rahmet hazinesi sonsuz. 
Diyorum ki, öz cümle, hep beraber Allah yolunda, hangi meşrebe, hangi mezhebe dâhil olursak olalım, vallahi de billahi hidayetteyiz, haktayız, hakikatteyiz. Bir şartla ki şirke düşmeyeceğiz, ehl-i sünnet vel cemaat, meşrep ve mezheplerin dışında bulunmayacağız. Muhterem arkadaşlarım, bu olduktan sonra vatanı, milleti, memleketi, insanı, askeri, bayrağı, sancağı sevmek de mutlak surette kendiliğinden, bunun ardından gelecektir. O zaman özlenilen cemiyet, millet, devlet, zuhur edecektir. Bunu bekliyoruz. Hep beraber bu öğeler, üyeler olalım, bunu bu güzel toplulukta, bu müjdeyi veren sırmaları güzel toplulukta görüyor; sizleri sevgi, saygı, muhabbetlerimle selamlıyorum. Allah'a emanet olun. 
 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir