info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti - Celal Mısır Hocanın 1. Seneyi Devriyesi / 1995
11/11/2025 SOSYAL HAYAT 14

    Neler Okuyacaksınız

Rahmetli Celal Mısır Hocamız, Hayatını İnsanlığa Hizmet Etmeye Adamış Bir Rehberdi

Evvela kadim dostum, ahiret kardeşim, gönül yolculuğunda beraber olduğumuz manevi ve milli duyguları paylaştığımız bu kardeşimize bu akşam, Cenâb-ı Hak'tan rahmet dileyelim, Allah mekânını cennet eylesin, makamını âlî eylesin, Ümmet-i Muhammed'e şefaatçi eylesin. Elbette içimizden bu ümmete şefaat edecek insanların çıkması lazım. Benim inancım o ki hocamız Celal Bey, Ümmet-i Muhammed'e şefaat etme ruhsat ve hakkını fani dünyada kazanmış ve ahirete rihlet etmiş bir zengin olarak gitti. Gerçi madden de çok zengindi ama ne hikmetse babasından kalan servetten hiç ben onun bir kuruş yediğini bilmiyorum. Memuriyetten aldığı, emeklilikten aldığı ile beraber hayatını sürdürürdü. Kalender meşrep, muhterem bir insandı. Onu ilk tanımam, gençlik yıllarında çok şık bir delikanlıydı, güzel de bir insandı. Böyle hakikaten ‘ideal’ diyebileceğimiz şıklıkta, güzellikte biriydi. Efendim, motosikleti vardı. Bu bizim Helvacı mahallesinde, köyünde kardeşimiz o zaman vazife yapıyordu, öğretmendi. O yıllarında onu tanıdım. Bilahare çok etkinliklere iştirak eden, temsil ettiği vazifeyi doruk noktada yapmaya gayret eden liyakat ehli bir insandı. O bakımdan da maarifte takdir üstüne takdir almıştır. Nereye gitmişse hep o gittiği yerlerde takdir toplamıştır. Siz düşünebiliyor musunuz? Bir yere gidiyorsunuz, orada imam yok. Bir yere gidiyorsunuz, muhtar Elif'i görse mertek zanneder. Efendim, ne bileyim, öğretmen sadece bir tek kişi veya birkaç kişidir. Bu gidiyor, öyle bir köyde imamlık yapıyor. Bir hatıramı dilerseniz nakledeyim. Bizim bu Aliye’de müdürlük yapıyor öğretmen. Efendim, ben de çok severdim rahmetliyi. Ziyaretine gittim, cuma günü. Dedi ki: “İyi ki geldin” dedi, “bugün cumayı sen kıldırırsın.” Dedim “Ya ben misafirim, buranın imamı cumayı kıldırsın” dedim. “Hem de bir hutbe dinlemiş oluruz.” Demez mi bana ki, “burada imam yoktur.” “E peki kim bu halkı irşad ediyor, ikaz ediyor, nasihat ediyor, namaz kıldırıyor?” “Bu işi de ben yapıyorum” dedi. Hiç unutmam rahmetli, “O halde” dedi, “bugün de imamlığı sen yap” dedi. Mübalağa değil. Şimdi gerçekten ben de inat ettim. Dedim, “bakayım hakikaten bu dedikleri doğru mu?” O gün çıktı hutbe okudu, irade eyledi. Allah rahmet eylesin. Cuma'yı bize kıldırdı. Şimdi yeri gelirdi imamdı. Yeri gelirdi muhtardı. Köyde iki insan arası açılsa, bir de bakıyorsunuz hoca oradadır. Hemen onları barıştırır kardeş ederdi. Sonra her insan onu severdi, her insana yaklaşırdı. Hangi meşrepten, hangi mezhepten, hangi görüşten, efendim şundan şundan… Onun için fark etmezdi. Zaten genel olarak rahmetliyle aynı düşünce ve duyguları paylaşırdık. Bunları yaşadığını ben onu da hep gördüm. Yeri gelirdi işte dediğim gibi öğretmen. Zaten bulunduğu yerde çoğu defa müdür olmuştur mekteplerde. Nizam ve intizam fevkalade nitelikte vardı onda. Efendim çalıştığı bütün okullarda bunu görmek mümkündü. Hatta benim hususi işimde de çalışmıştı. Efendim vakıfta çalıştığı gibi benim hususi işlerimde de çalışmıştı. Nizam ve intizam da hocada doruk noktadaydı. Yani fevkalade bir idrak seviyesi vardı. Tertiplemede, düzenlemede, çevre düzenlemesinde, sonra insanlara karşı olan münasebetinde. Hülasa işte o yıllarda böyle bir insanla, bir kabiliyetle âcizane ben tanışmıştım. Sonra 1960'lı yıllarda, affedersiniz 70'li yıllarda bu 72 veya 73 olabilir, vicahi olarak kaynaşmamız başladı, sohbetlerimiz oldu. Dini mevzular da bize çok itimat eder, bizi çok severdi her konuda. Efendim meseleler, bize taşırdı getirirdi. Yaptığımız, onun olduğu mecliste yaptığımız sohbetler hemen hemen rahmetlinin bize sorduğu sorulara bina edilirdi. Efendim biz de o soru tarzı içerisinde, efendime söyleyeyim, sohbetlerimizi icra ederdik. Aslında konuşan biz olmamıza rağmen, olayı yönlendiren Allah rahmet eylesin oydu. Çok mükemmel bir idareciydi. Derdim, “Ya hoca sen bizi konuşturuyorsun ama hakikatte golleri sen atıyorsun.” Tebessüm ederdi. Kısaca ilk yıllarımız, tanışmamız bu seyir üzerinde geçti. Hep beraber işte bir hayatı yaşadık, yaşıyoruz. O rihlet etti Darü'l-Bekâ'ya. Benim bunda hiç tereddüdüm yok. O vuslatını da tamamladı, Allah'a yürüdü. İnancım o ki rahmetli şehittir, Ümmet-i Muhammed'e de şefaat edecektir. Çünkü şehadeti, bütün şartları onun üzerinde mevcut. Allah rahmet eylesin ve de Ümmet-i Muhammed'e onu şefaatkâr kılsın diyelim efendim. 


Celal Mısır Hocanın Hayatında "Beni Allah Görüyor, Onun Huzurundayım, Ondan Hayâ Etmeliyim" Tarzında Bir Edep Hakimdi 

Şimdi, hocada ben olmayan bir vasıf görmedim. Allah rahmet eylesin. Kemale insanı sevk edecek her türlü vasfın onun üzerinde adeta Cenâb-ı Hak tecelli ederek gösteriyordu. Ama bunların içerisinde öne çıkan birinci vasıf; hocada, rahmetlide edepti. Edep çizgisi hâkimdi kardeşimizde.  Bütün işlerinde bunu görürdünüz. Yani bir insana karşı olan davranışından tutun, yaptığı en basit işe kadar. Yani hocamızdaki edep, “Beni birisi görüyor da o bakımdan kendime çeki düzen vereyim”, tarzında bir edep değildi. Ya, “Beni Allah görüyor, onun huzurundayım, ondan hayâ etmeliyim,” tarzındaki bir edepti. O bakımdan hocanın gizli halde de yaptığı işlerde çok enteresanlık vardır, açık halde yaptığı işlerde de enteresanlık vardır. Yani kısaca hoca bir edep numunesiydi, rahmetli. Zaten benim de en çok sevdiğim onda taraf buydu. Sevgili Peygamberimizin sahabesinin her biri çok mükemmel olmakla birlikte her sahabenin bir tarafı, bir vasfı öne geçmiştir. Ben ona rahmetliye, “sende de edep vasfı öne geçti” derdim. Bu bir. İkincisi, sabretmesini bilen bir insandı, sabırlıydı. Ve de bilhassa maneviyat ilmini tahsile başladıktan sonra “tezekkür” dediğimiz, “Cenâb-ı Hakk’ı anma” dediğimiz, ubudiyette ısrarlıydı. Mesela onunla birlikte yurt gezilerimiz olmuştur. Bu birkaç defa değil, çok defa. Bazen bir yazımız beraber geçerdi. Kış, yazda beraberdik ya. Enteresandır. Hep o Cenâb-ı Hakk'ı zikirle meşguldü. Bunu yakinen ben gördüm, müşahede ettim, yaşadım. Kardeşimiz, hatta bir esprimiz oldu ona dedim, “rahmetlik annem de”, “hoca” dedim, “bak çok ibadet ederdi.” “Rahmetlik babam anneme derdi ki:”, “koca garı, posti çürüteceksin.” Yani namaz postunun üstünden kalkmazdı. Hakikaten gece yarısı kalkar rahmetli, sabaha kadar ibadet yapardı. O enteresan bir insandı. Şimdi bu rahmetli de beraber oldu. Devamlı dili ve kalbi çalışırdı. Cenâb-ı Hakk'ı tevhid ederdi, zikrederdi. Zaten aldığı feyzi muhabbeti hep bu yolla alırdı, belliydi onun halinden. Ve de ondaki enteresanlık, şimdi ibadet insanlar da bazen efendime söyleyeyim gurur ve kibire de vesile olur. Siz ibadet edersiniz, hattı zatında ibadet, nefsi tezkiye terbiye etmesi gerekirken, tabii kontrol ve murakabenin dışında olursa sizi şımartabilir de. Adam, “ben şunu yapıyorum, bunu yapıyorum, şöyle oruç tutuyorum, böyle namaz kılıyorum, bu kadar ‘Allah’ diyorum,” diye bir öne geçirme, sizi öne geçirme nefsinizde bir iddia, gündem olabilir. Rahmetli de işte bu yoktu. O da edebinden kaynaklanıyordu. O her yaptığı ibadeti yakinen şahidim çok az bulurdu. O kadar güzel efendime söyleyeyim bir huydu, bir tabiattı ki, ne kadar ibadet yaparsa yapsın, o yaptığı ibadetler onun için azdı. Namaz mı kılıyor? Kıldığı namaz azdır. Oruç mu tutuyor? Tuttuğu oruç azdır. Ki bu her insana nasip olmayacak fevkalade bir itikadi seviyedir, amel seviyesidir, samimiyetimle bunu ifade edeyim. 
Bu münasebetle Mustafa Hayri, Öğüt Rahmetullah Aleyh Hazretleri, Celal hocamızı çok severdi. Ondan bahisle öğretmen olduğu için değil, hakikaten dini bu şekilde yaşadığı için ona “Hoca efendi” derdi. “Celal hoca efendi nerede?” Diye sorardı. Sık sık ona atıflarda bulunurdu ve de sevdiğini herkesin içerisinde izhar ederdi. Numune bir insandı. Kısaca hocamızda öne geçmeyen vasıf yok. Yani her vasfı öndeydi. Ama en mühim vasıflarından biri şu anda hatırıma geldi. 20. asrın örnek bir alpereniydi. Onda Allah sevgisi, peygamber sevgisi, dost sevgisi, arkadaş sevgisi, vefa duygusu doruk noktadaydı. Millet, vatan sevgisi hakikaten emsalsiz bir numune halinde idi. Kısaca zamanın bir alpereniydi. Ve de bazı şer işler gördüğü zaman, hemen kendi nefsine mal ederek “Aman ya Rabbi, şayet biz böyle olsak ne olacak halimiz, olurdu halimiz” diye bir ders alırdı. İbret nazarıyla hadiselere, olaylara bakardı. Ben rahmetlikteki hali, Cenâb-ı Fahri Âlem Efendimizin hadis-i şeriflerinde tarif edilen bir mükemmel Müslüman hali olarak gördüm. Ve kısaca hemen ifade edeyim ki bir öğretmenin bu hali kazanması zor belki de imkânsızdır. Allah ona lütfetti, kazandı ve de o da rihlet etti. Allah tekrar rahmet eylesin.  


Celal Mısır Hoca, Allah’a Vuslat Yolunda Yürüyen Bir Alperen Olarak Hayatını Sürdürdü


Yetişen gençler hakkında da o nilüfer çiçeklerinden çok bahsederdi. Çamur içerisinde yetişen çiçeklere “nilüfer çiçeği” denir. “Bu bizim gençler” derdi, “o çiçekler gibi.” Nadir olan şeylerdir. Benim bir seyahat hatırıma geldi onu anlatayım ben unuturum. Hocanın her yönü dedik güzel, tarih bilgisi de fevkaladeydi yani tarihe çok düşkündü. Şimdi Anadolu'yu gezerken nerede hangi devlet kuruldu? Efendim burada kim vardı, bu bölgede kimler yaşadı? Tek tek bunları bize bilgi olarak kaç kişiysek anlatır ve malumat sahibi yapardı. Ben de hafızam zayıf olması münasebetiyle derdim, “Bak hoca sen benim tarih kütüphanemsin. Geziye çıkmadan evvel kafanı tam doldur sorduklarıma tam cevap ver” derdim. Nükte yapardık birbirimize ve fevkalade bizi bilgilendirirdi. Geçmişini çok seven bir insandı. Efendim bu yönüyle samimi olarak ifade ediyorum, zaten öğretmen olması münasebetiyle öğrencilerin örnekti ama herkese örnek olabilecek bir tarih, geçmiş millet sevgisi vardı onda. Efendim güzel taraflarından biri de bu sevgiyi din, maneviyat harsıyla, örfle, adetle, gelenekle birleştirmesi böyle tabir-i caizse  ne bileyim bal şekline getirip insanlara takdim etmesiydi. 
Şimdi İmam-ı Azam buyurur ki "Levle’s-senetân le heleke’n-Nu’mân '' ''Son iki yılım olmasaydı helak olacaktım.'' Hâlbuki İmam-ı Azam dediğimiz zat, fıkhi meseleleri en güzel şekilde bilen, biz dört mezhepteriz aslında çok mezhep vardır. Ama zamanımıza kadar bunun dördü geldiği için o şekilde bilinir. Bu imamların da üstünde fevkinde “Azam” unvanını, en büyük unvanını alan mübarek bir insandır. ''Bu son iki senem olmasaydı helak olacaktım.'' buyuruyor. Niye? Çünkü son iki senede İmam-ı Cafer Hazretleriyle tanışıyor. İmam-ı Cafer ona ilmi ledünnünü öğretiyor, Ledün ilmini. Ve rivayet edilir bu iki yılda o imam Allah şefaatinden ayırmasın. Cenâb-ı Hakk'ı doksan dokuz defa müşahede etmiş bir mertebeye yüceliyor. Şimdi zahir bilgilerimiz, edep şekillerimiz ne nispetle mükemmel olursa olsun, onları kemale erdirecek, daha doğrusu bize Allah'ı tanıtacak, Allah'ı bize sevdirecek, o yolu bildirecek bir eğitim sahası vardır ki buna Meşreb-i Sufiye'de “Ledün ilmi sahası” denir. İşte Meşreb-i Sufiye malumunuz on iki meşrep bu yolu insanlara öğretir. Rahmetli hocamız 1900 yanılmıyorsam 72 yılında bu güzel yola intisap etmiş ve seyr-i sülûka başlamıştır. Yani Cenâb-ı Hakk'ı bilme, tanıma, yolculuğuna çıkmıştır. Bir başka ifadeyle kalp ayağıyla Allah'a yürümeye başladı. Her insanın kalbinden Cenâb-ı Hakk'a bir yol gider. Bu yolda insan Allah'a kalbiyle beraber yaklaştıkça Rabbinin tecellileri onun kalbine iner ve o tecellilerle Rabbini tanır. İşte hocamızın ayrı olan tarafı az evvel söylediğim gibi alperen onu yapan tarafı, işte bu tarafıdır. Bir kalp ehlidir, gönül ehlidir. Efendim bu yolda hakikaten kadim bir derviş diyebileceğimiz bir insandır ve ısrarlıdır. Bu yolda adeta inattır. Belki talebelik hayatında Meşreb-i Sufiye intisap ettiği kadar ders çalışıp zahirde başarılı olmayabilir. Başarılı olması muhakkaktır da yani sufiye yolunda hakikaten çok mükemmel, vasıflara haiz bir insandı ve bu yolda efendim çalıştı, çalışıyordu, gayret etti, gayret ediyordu. O zaman üstadımız Mustafa Hayri Öğüt Rahmetullah Ali Hazretleri onun bu haline bize, “oğlum bak bu arkadaşımıza dikkat et. Çok ciddi nasibi olan ve de istidadı olan biridir.” Devamlı bu surette efendim onunla ilgilenmemizi, alaka kurmamızı tembih ederdi. Ve bu sebeple de rahmetliyle hakikaten her günümüz hemen hemen, hatta her akşam veya gecemiz bir arada geçerdi. Ne bileyim, Allah'a vuslat da kararlı olan bir insanın ona vasıl olabilmesi için bütün işleri merkez o olduğu için, yani Allah'ı razı etmek olduğu için maddi işleri de onun o merkeze tabi olma durumundadır. Mesela siz zenginsiniz, zekât vereceksiniz, ölçünüz nedir? “Allah benden razı olsun” diye onu sıhhatle vermektir. Değil mi? Allah benden razı olsun diye hayır yapmak istiyorsunuz, yaparsınız. Allah bundan, yani Allah'ın razı olduğu her işi siz yaparsınız. Allah'ın rızasını kazanmaya karar vermiş, sabit-i kadem olmuş bir insanın yapacağı iş ne ise, işte o rahmetli kardeşimizde bu haller vardı. Bu yolda da dediğimiz gibi kararlı ve de istikrarlıydı. Hiçbir zaman bu yolun hizmetinden, teslimiyetinden ve mahviyetinden zerre kadar taviz vermek istemeyen, nasibi kadarında yaşamaya çalışan olgun vasıflı bir dostumuz ve kardeşimizdi. Onun için dedim ki 20. asrın en mükemmel bir alpereniydi. Ben Kemâl ile gittiğini gördüm, inanıyorum. O bakımdan da az evvel söylediğim sözde ümmete şefaat edecektir diyorum. Zaten bu şekilde gidenin aile efradını, dostlarını, arkadaşlarını, çalıştığı mahalleleri, köyleri insanları memnun ederek, sırtında bir tek kuruş kul hakkı bırakmadan Rabbine rihlet eden insana Allah bu makamı vermesinde kime versin yani? Sen söyle. Öyle insan ki, düşünebiliyor musunuz? Devlet memuruyken, devlete hizmetinde zerre kadar hilesi yok, hurdası yok. Yani o çiçekler gibi adeta çocuklarını yetiştiriyor. “Bu benim çocuğumdur başka,” öyle bir ayrım yok. Hatta diyebilirim ki, hoca kendisini o kadar vazifesine adamış bir insandı ki kendi çocuklarına, avamın, diğer insanların çocukları gibi de bakmıyordu. Ailesini adeta terk etmişti. Ama bunu terk kastıyla değil, vazife aşkıyla, rahmetlik annesi de çok sinirliydi. “Hoca” derdi, “seninle ikimiz aynı kaderi galiba, paylaşıyoruz. Benim rahmetli de sinirliydi.” Ben derdim, “seninkinden bizimki daha farklı, zira benim annem rahmetlik babamı askerlik yaptırırdı.” “Yahu” derdi, “bizimki de öyle.” Şimdi nükte olsun diye söylüyorum, böyle çok hakikaten çocuğuna hâkim olmak isteyen de bir anası vardı. Onu da idare ederdi. Bu da büyük bir feraset, büyük bir sanat. Selametli babası çok mükemmel bir mümindir. Onun gönlünü devamlı alırdı. Kısaca hoca yapılması gerekeni, işte o dediğimiz Meşreb-i Sufiye, itikat ölçüleri içerisinde en güzel şekilde yerine getirmiş ve de yapmıştır. İşte ben bütün bu maharetleri, başarıları bu yolu olan bağlılığına, bu yolda yürümek suretiyle hakka vuslat etme kararlılığına ve inadına bağlıyorum. Evet, bu kadar kâfi zannederim. 

Celal Mısır Hoca, Hayatını Hakk’a Vakfetmiş Bir Şahıstı, Kazandı ve Öyle Gitti

Hastayken sırf Allah'ın rızası için hastaydı, Almanya'ya son gittiği zaman. Ben çok iyi hatırlıyorum. “Midemde çok ciddi problem var hocam” bana dedi. Ben de kendisine, “Ya muhterem abim” dedim. “Bir tek nefes biz fazla alamayacağımıza göre, her yaptığımız hizmet bizim kazancımızdır.” “Gel, senin yerinde olsam ben” dedim, “Avrupa'ya giderim. Orada bir temel attınız. Orada insanları belli bir seviyeye getirdiniz.” Hesap edin. 17 ayrı yerde mescit cami açtı. Avrupa'da bu, Almanya'da; yani Fransa'ya, Hollanda'ya her birine giderek orada bizim işçilerimizin adeta altına yatak, üstüne yorgan oldu. Nasihatle ki;  Avrupa burası gibi de değildir. Avrupa'da çeşitli görüşler çok rijittir. Orada bir hizmet yapmak zor, belki de imkânsızdır. Böyle bir yerde onların kalbini o kadar güzel ısındırdı. Efendim Allah'a, peygambere, millete ve memlekete bağladı ki hakikaten şimdi ben ara sıra gittiğimde o farklı bir insandı. Hepsi onun hatıralarını yâd ediyor. İnanır mısınız Mannheim’de bir akşam geçende kaldığımızda hemen hemen sohbetimizi %80'i rahmetlinin hatıralarıyla,   onları anlatmakla geçti. Arkadaşlar hiç unutmadı. Unutulması mümkün olacak işler değil ki bunlar. Yani hayatını kısaca hak yoluna hakka vakfetmiş, kendisini hakka adamış bir şahıstı kazandı ve öyle gitti. O hasta, benim sadece bir tavsiyem oldu Ona, ‘git’ de demedim, artı. “Ben olsam giderim hocam.” Cenâb-ı Hak insanı konuşturuyor. “Bana bir bak” dedim, “bak orada hastalanıp ölürseniz şehit olacaksınız.” Hâlbuki şehadet rütbesi öyle kolay kolay elde edilen bir rütbe değil. Onun için ben diyorum o mübarek rahmetlik şehit oldu . Ve gitti malum cenazesi buraya geldi. Efendim şehittir benim hiç tereddüdüm yok bunda. İstirham ederiz. Ruhu için El Fatiha. 
 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir