
Neler Okuyacaksınız
Toplumsal Gerginlikler, Sebepleri Giderilerek Çözülür
Şimdi efendim tarihin her döneminde milletlerin, devletlerin ifadeye buyurduğunuz bu davranış ve tutumları olmuştur, ola gelmiştir. Bundan sonra da olacaktır, bunun önüne geçmek mümkün de değildir. Ancak Allah tarafından insanları terbiyeye ve de Hakk’a vuslata memur olan peygamberlerin toplulukları bu dediğimiz kaidenin dışındadır.
Bunun dışında her dönem ve devirde bu istikrarsızlıklar, bu kararsızlıklar efendim, zuhur edecek. Buradan şunu söylemek istiyorum yani bu hâlleri görüp de bedbin olmak, hayattan ümidi kesmek yanlış olur. Bilakis sabırla, metanetle neticeyi beklemek, insanları da hayra davet etmek lazım. Bunu başta hemen tespit etmemiz gerekiyor.
Şimdi, herkes bağırır, bir gürültü olur. Gürültüde ne siz konuşabilirsiniz ne başkası sizi dinleyebilir. Zaman zaman ülkenin insanları âdeta böyle bir kaosun, böyle bir fırtınanın, eylemin yaşandığı hâller içerisinde oluyor. Kimse kimseyi dinlemiyor, hürmet etmiyor, saygı beslemiyor ama bunlar olağan şeylerdir, yani insanın olduğu yerlerde bunlar mutlaka olacaktır.
Peki olacak ama bunları doğuran amiller nedir, sebepler nedir? İşte bu sebepler de ortadan kalktığı zaman herhalde asgari hadde iner bahsettiğimiz bu olaylar. Mesela bu sebeplerde bence siyasi istikrar olması lazım bir ülkede. Efendim siyasi istikrarın olması da kifayet etmiyor; siz siyasi istikrarı bugün demokratik şartlarda yoktur diye lanse ederseniz, olduğu hâlde yokmuş gibi muamele görür ve bir de bakarsınız güllük gülistanlık yerler cehenneme döner.
Maalesef biz bunu zaman zaman yaşıyoruz yani siyasi istikrar derken idari maslahatta hatalar, zaaflar, yanlışları kastediyorum. Bunlar olmazsa istikrar var demektir, olursa yok demektir. Çoğu zaman görüyoruz, hakikaten siyasi istikrar da mevcut. Belki dört dörtlük değil ama, ama bir de bakıyorsunuz ki sanki öyle meseleler gündem ediliyor, öyle olaylar zuhur ediyor ki ülkede siyasi istikrar yok.
Bu, efendim insanların işte birtakım duygularını tatmin edebilmek için ortaya attıkları plan, program, proje diyelim, birincisi bu.
Bir de insanımız, ideolojik kamplaşmalara bölünmüşler, kutuplara ayrılmışlar. Herkes istiyor ki benim ideolojim önde bulunsun veya iktidar olsun; okunsun, söylensin, konuşulsun.
Tabi bu ideolojik kamplaşmalar müsamaha çerçevesinde tevazuan dinlenme hudutlarının dışına çıkarsa işte o da bu kaosu ortaya getirir. Yani bu da bir -tabiri caizse- fitne aracı olur, olabilir. Bir başka sebep, insanların doğuştan getirdiği birtakım haklar var. Bu haklara bazen biz farklı farklı bakıyoruz ve bunları değerlendiriyoruz. Bu ideolojik bölünmeler haklara da çok farklı değer yargıları veriyor. Bir tanesi bir hareketi hak olarak kabul ederken diğeri buna hak nazarıyla bakmıyor.
Bir tanesi buna hürmet, saygı yapılması gereken bir tarz, bir muamele bunu kabul ederken, diğer taraftan buna çağ dışı diyor. Ben şudur demiyorum ama demek istediğimiz, anlamına göre anlamış olursunuz, bu nereden kaynaklanıyor? İnsan doğuştan getirdiği birtakım haklar var. Bu hakları algılama farklılıklarından kaynaklanıyor.
Halbuki biz kabul etsek de etmesek de Müslüman bir milletiz. Azınlıklar dahi bizim İslami kaide ve kurallardan vücuda gelen ittifakları kabul ederler. Çünkü onların da menfaatleri var. O hâlde böyle dini, tevhidi, beraberliği olan milletin haklara bakış tarzları, bence çok daha insancıl olması lazım.
Bu, maalesef gündem edilemiyor veya gündem edildiği zaman çok farklı boyutlarda, vadilerde işler değerlendiriliyor. Hayda bir gürültü koparılıyor, zannediyorsunuz ki kıyamet koptu. Halbuki bir kaşık suda meğer fırtına koparılmış. Yani öyle dağların devrilmiş, depremler olmuş dağlar devrilmiş falan değil, bir kaşık suda fırtınalar…
Bizim -Allah rahmet eylesin- bir hocamız vardı. Sinek, bir at nalında bulunan su üzerinden geçerken dermiş ki “vızzz, ben bir derya-yı umman geçiyorum”. Âdeta bugünkü olaylar da bunun gibi yani, yani bu gürültüyü kesmek lazım.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümetlerinin Bence En Büyük Zafiyeti İstikrarsızlık
Bir başka sebep, tabii Türkiye büyük bir ülke, bu büyük ülkenin getirdiği birtakım sorumluluklar ve zorunluluklar var. Dolayısıyla siz ülkenin ekonomisini bir anda düzeltemezsiniz.
Zaten siyasilerimizin bana kalırsa en büyük yanlışı, ben iktidar olursam hemen bu işi düzelteceğim vaadi oluyor. Türkiye'de bu konuda -Allah gani gani rahmet eylesin- en dürüst olan rahmetli Özal’dı. “Bunu böyle yapmamız lazım, yaparsak işin neticesi böyle olur” der, açıkça millete yapılması gerekeni beyan ederdi.
Şimdi, tabii bir an evvel iktidar olabilmek için bir masaya oturuyor, bir saatin içinde devletin en mağdur kesimleri en fevkalade verimli hâle getiriliyor, efendim, şu oluyor, bu oluyor derken bir saatte, iki saatte bir de bakıyorsunuz Türkiye dünyanın cenneti hâline dönüyor.
Bu beklentiyle beraber, siz tabii bunu konuşuyor, insanlardan rey istiyorsunuz. Onlar da sizden bu beklentiyle öyle ya ucuzluk olacak, bolluk olacak, şu olacak, bu olacak, yok yok olma, her şey olacak. Bir de bakıyor adam ki bunun tersi. Denilenlerin hiçbiri çıkmamış. A derken B olmuş, B derken C olmuş.
Vaat edilenlerin dışında insanları tamamen kaosa sürükleyecek olaylar derken bu ekonomik tutarsızlıklar da kanaat-i şahsiyem, bu kaosun nedenlerinden bir tanesi oluyor ve en başta istikrar yok.
Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin bence en büyük zafiyeti istikrarsızlık. Bu da kanaatime göre koalisyonlardan kaynaklanıyor. Her partinin kendine mahsus birtakım programı var ama koalisyon olduğu zaman bu programdan taviz vermek, daha doğrusu belli programa her iki partinin de adapte olması gerekiyor. Bu da onların istikrar sahibi olmasına mâni oluyor. Bu sebeple kanaatim benim, bu dediğimiz hâller zuhur ediyor. Bir başka sebep ki benim kanaatim bu konuda %80'dir, diğerleri %20 faktör, asıl %80 faktör. Bizim insanımız bu saydığımız gerek siyasi istikrarı gerek ideolojik yolu gerek insan haklarını, ekonomiyi, şunu bunu arıyor ama haddizatında insanımız bir şeyden korkmuş, maneviyatından, özünden uzaklaşmış. Dolayısıyla ne alırsa alsın, eline ne geçerse geçsin, onu tatmin etmiyor, doyurmuyor.
O bakımdan da insanoğlu habire bir koşuş içinde, devamlı bir arayış. İşte, bu arayış da bugünkü dediğimiz, bu arayışta tabi bulduğunuz şey sizi tatmin etmiyor. Ruhunuzun, gönlünüzün, aklınızın aradığını size vermediği için de bugünkü tabii olan manzaralar ortaya çıkıyor.
Taassup, Sosyal Bağları Zayıflatır
Taassup var ya, taassup enteresan bir hastalıktır. Şahsınıza ait olan güzel, size ait olmayan en çirkindir, en kötüdür. Bana mı ait o en mükemmel? Bana değil mi, canım, hiçbir şey değil. Şimdi maalesef, insanımız şu noktada, kendi partisi mi dünyanın en iyisi, faraza kendi bardağı mı, canım, çok mükemmel. Halbuki milyonlarca aynı bardaktan fabrika yapıyor. “La dur işte öteki bardak da bundan ya”, diyen yok. Neticede partiler demokratik kurumlardır. Belki her ikisi veya üçü beşi motomot birbirinin aynısı değildir ama hepsi demokratik kurumlardır, yani 5 aşağı 5 yukarı bunlar arasındaki fark, program farkıdır. Yani şimdi bunu biz o noktaya taşıyoruz ki bu taassup: Benimki en mükemmeli, seninkinde iş yok. Yanlıştır. Bu, tabii insanımızda biraz nefsine düşkün olması münasebetiyle işi kavga noktasına kadar sürüklüyor. O hâlde ne yapmak lazım? Müsamahakâr davranmak lazım, mütevazı olmak lazım, tevazuan. Yani en doğruyu siz ifade ederken bile onun yanlışlarını hemen başta kabul etmeniz gerekiyor veya noksanlarını kabul etmeniz gerekiyor. İşte bu hasletleri biz kaybettik. Bu bence sosyal münasebetlerdeki zafiyetimizi gösteriyor.
Belki de bu sebepten komşuyla olan ilişkimiz zayıftır, arkadaşlarımızla olan ilişkilerimiz zayıftır. Bu, Anadolu'muzda köklü bir âdet, örf olmasına rağmen bu dediğim haslet, özellik, bugün gidiyorsunuz Anadolu'da herkes neredeyse komşusunu dahi unutmuş. Çok samimi konuşuyorum. Bizim bölgemizde bundan 20 sene 25 sene evvel akşam sabah birbirine girip çıkan haneler, bugün o kadar biz birbirinden uzaklaşmış ki yani hiçbir etken de yok. Bu dediğim taassup işte; kamplaşmalar, şunlar bunlar…
Haa, o hâlde biz başka insanların görüşüne, düşüncesine saygı duymalıyız, onlara hayat hakkı ve de imkânı tanımalıyız. Bu olduğu zaman, “bu Allah'ın kanunu değil ya kardeşim, ayet mi bu?” deyip en azından dinleme tenezzülünde bulunmamız lazım. Aynı zamanda bir meseleyi vaaz ederken olayları zorlamak mantığı yerine ve onu kolaylaştırmak anlayışını sergilememiz gerekiyor. Artı, kusur aramadan mümkün mü siz bir iş yapacaksınız da bundan noksan olmayacak, yanlış olmayacak. Mutlaka noksanı da olur, yanlışı da olur. Ama burada siz o yapılan bütünün içerisinde bir mantığı yakalamanız lazım: hizmet mantığı. “Bu hizmet ediyor, noksanı da olur, yanlışı da olur ama hizmet ettiği için o noksan, o yanlış tamir edilir”, diye yaklaşmanız olduğunda hangi iş olursa olsun o şahısla kontak kurar, beraber olursunuz. “Hayır, bu noksandır, yanlıştır” deyip dobra dobra üzerine giderseniz herhâlde silah silaha gelirsiniz 15-20 dakika sonra. O hâlde ne olmamız lazım? Kusur aramadan, müsamahakâr bir tavırla artı, suizan beslemeyeceğiz, hüznüzan besleyeceğiz. Bu zanlar var ya, bunlar çok mühim. “Acaba bunu şöyle mi yapıyor, aleyhte mi düşünüyor?”, ortada fiil yok adamın, biz kalkıyoruz kalbindeki duyguları mahkeme etmeye. “La dur bir dakika kardeşim, ortaya bir olay çıksın, nedir, ne değildir. Yok. Bu nedir? İşte, suizandır. Bunu kaldıracağız, yerine hüsnüzan.
Zaten bizim örfümüz, âdetimiz, geleneğimiz ve maneviyatımız da temel hüsnü zandır. Ben bir hak dostu ârif tanırım, Mustafa Hayri Öğüt Hazretleri, enteresan, güzel bir tespiti vardır. Buyururdu ki, “Evladım insanlara her şapkanın altında bir Allah dostu yattığını bilesiniz ki, inanasınız ki, insanlara hep hayırla, hürmetle bakasınız, hiçbir şey kaybetmezsiniz. O eşkıya olsa bile senin ona hürmetin, onu belki yumuşatır, adam eder. Bir de düşün ki hakikaten o insan hak dostudur, onun duasına, nazarına mazhar olup Allah'ın rızasını kazanmış olursunuz.” Şimdi şu anlayış ne kadar güzel bir ölçü değil mi? Bunu biz kaybettik işte efendim, hüsnüzan.
Suizanla Mezhebe, Hadise, Sünnete Saldırınca Ortada Değer Yargısı Kalmıyor
Şimdi kalkıyoruz, onu bir tarafa bırak, biz bugün tarihimizi, milletimizi, insanımızı, örfümüzü, âdetimizi, geleneğimizi vücuda getiren değerleri, müşterek değerlerimiz var, bunları ortaya koyan ilim adamlarımızı, âlimlerimizi yargılıyoruz. Değer yargısı kalmıyor orada, ölçü kalmıyor, mikyas kalmıyor. Bunları siz kaldırdığınız zaman millet diye bir mefhum kalmaz ortada. Şimdi de bunun adına modernizm deniliyor. Modern bilmem hoca efendi, modern âlim, modern profesör. La bu ne biçim profesör ne biçim âlim? Bütün değerleri yok etti, temel gitti.
Ondan sonra bina sallanıyor. Eyvah! E millet niye böyle düşünüyor? Kardeşim sen hasta mısın ya? Sen yok ettin bu temeli, bir şey bırakmadın ortada. Elbette böyle düşünecek. Mezhebe saldırdın, hadise saldırdın, sünnete saldırdın. Ya senin saldırmadığın bir kurum kalmadı ki.
Kendi kendine de saldırıyor. Yani öyle bir inkâr ki topyekûn... Bu neden kaynaklanıyor? Suizandan kaynaklanıyor. Septisizm, bu, Batı’nın, Batı felsefesinin insana verdiği bir şüphecilik hâlidir, karakteridir. Bu da cemiyetimizi, cemaatimizi, insanımızı ve milletimizi -maalesef ne kadar süslü böyle kelimeler, tatlı, seçilse de seçilsin- neticesi insanları fevkalade bir ortamdan alıp ruh dünyasını, gönül dünyasını hazin bir çöle terk etmek gibi bir olay oluyor. Çok samimi konuşuyorum. Bedbinliğe düşüyor insan, dayanacağı kalmıyor. Sen düşün ki birine güvenmişsin, inanmışsın, hayda, ona bir iftira edilmiş, ötekine edilmiş. Hepsini birden çekiyorsun ki bir vadide kupkuru, yalnız başına. Hadi, dur durabilirsen. Bilmem anlatabiliyor muyum? Kısaca, bu hâlde yetmiyor. Kalkıyorsun, o geçmişe iftira ediyorsun, onları itham ediyorsun. Kısaca bunları çoğaltabiliriz. Bunların kalkması lazım.
Müsamahakâr bir tavırla bakmak gerekiyor. Sonra bizim geçmişimizde hakikaten milleti böyle gergef gibi ören ve dokuyan büyüklerimiz -efendim- kâmillerimiz, ulemamız, mezhep imamlarımız, meşrep imam ve önderlerimiz bizi biz yapmıştır. Bunlara sahip çıkar, onların gösterdiği istikamette insanlarımıza bir şeyler vermeye gayret edersek zannıma göre çok güzel -efendim- neticeler ederiz, edeceğiz inancındayım efendim.
Toplumsal Uzlaşma Temel Güvencelerle Sağlanır
Öyle bir kantarla tartalım ki herkes bunda çekilsin, dışarıda kimse kalmasın. Şimdi siz hayatta fert olarak ne istiyorsunuz, ben ne istiyorum? Şu basit soruları kendimize sorduğumuz zaman işin mahiyetini çok rahat çözeriz. Şahsen kendi nefsime ben sorarsam diyorum ki, kardeşim benim yaşadığım ülkede emniyetlerimin olması lazım. Başta can emniyetimin olması gerekiyor. Eğer bende can emniyeti olmazsa benim ülküyetimden de bir şey olmaz.
İki, can emniyetim olacak, iki, mal emniyetimin olması lazım. Bu olacak ama bir de benim bir taşıdığım gönül âlemim var, ruh dünyam var. Onunla ben yaratıcıma gitmem, yaratıcımla beraber sohbet etmem, arkadaş olmam, dost olmam lazım. Onun için de ona da bir hürriyet lazım. Ne diyoruz buna? Din ve vicdan hürriyeti. Bu olması lazım ki dikkat ederseniz dünyada bütün hukuki müesseseler, kurumlar gerek can emniyetine gerek mal emniyetine gerekse din ve vicdan hürriyetine, emniyetine hassasiyetle eğilmişler ve de muazzam bir yer vermişlerdir.
Bunu vereceğiz, bu üç şey! Daha; namus emniyeti... Bunlar var da namusumuzu da koruyamıyoruz. Yine biz o bütünlüğü teşkil edemeyiz. Namus da insandan ayrılmayan bir ögedir, bir sıfattır. O hâlde namus emniyetini de insanların koruyabileceği bir ortamı ne yapacağız? İnsanlara takdim edeceğiz. Her birimiz bir yerde yaşıyoruz, bunun adına da vatan denir. Vatan emniyeti. İşte üzerimizdeki irade, devlet iradesi bu saydığımız hakları insana doyasıya vermesi lazım.
Bunlar verildiğinde göreceğiz ki teferruatta anlaşmamız çok kolay olacak. Belki bundan sonra bizim 40-50 meselede ayrılığımız söz konusu olacak ama bunun yanında 20-30 meselede yine tevhidimiz, beraberliğimiz olacak. Orada da kullanacağımız taktik, ayrılacağımız konuların, ihtilaf edeceğimiz mevzuların görüşülmesi, anlaşılması yerine ittifak edip kabul edilen meselelerden işe başlayıp tek tek sona doğru gitmek esasını ve prensibini kavramak lazım diyorum efendim.
Dini Konularda Esas Allah'ın Muradını, Maksadını Kavramaktır
Her birimiz müçtehit olursak o zaman çok çeşitli yorumlar ortaya çıkar. Bu çeşitli yorumlardan da toplum rahatsız olur. Yani fayda beklerken zarar görürüz. Mesele burada dini konularda, dini mevzularda; mesele konuşmak, bilmek değildir. Ya? Bunun altını çizerek beyan edelim. Yani “ben biliyorum, konuşuyorum, doğrudur” demek değil. Ya nedir? Allah'ın muradını, maksadını kavramaktır. Şimdi, gerek ayet-i kerimelerde gerek hadis-i şeriflerde tefsirler yapıyoruz, teviller yapıyoruz, her neyse... Acaba bizim yaptığımız tefsir ve teviller, murad-ı ilahiye ne kadar muvafıktır ne kadar mutabıktır? Bence bugün bizim eğitim kurumlarımızda asıl kaybettiğimiz anlayış budur.
Nitekim bendeniz okul çağlarından çok iyi hatırlıyorum; kardeşim, her birimiz İmam-ı Azam'ı geçiyoruz. İmam-ı Azam kimdir? Allah Allah! İmam-ı Şafii kimdir? İmam-ı Maturidi kimdir? Abdülkadir Geylani kimdir? İmam-ı Azam kimdir? Hepsi kimdir? İnanır mısınız? Hiçbir şey de bilmiyoruz. Yanlış anlama, ben deniz medresede okudum ayrıca. Malumunuz ihtisasım da var. Yani gerçekten de bir şey bilmiyoruz. Ama öyle bir ruh bize empoze edilip aktive edildi ki biz dünyanın en büyük âlemi olduk. Tabiri caizse enemizi güçlendirdik. Yani bu güçlenme beni şahsen endişeye sevk ediyor. Malumunuz bazı güçler insana “ene Rabbukumu’l-a'la” (Naziat Suresi, 24. Ayet) da söyletir: “Ben sizin üstünüz Rabbınızım”. Yani Firavun durup dururken “Rabbınızım” dememiş. O güçler onun iç dünyasında tasarruf edince nefsani, şeytani göçte sonunda Allah'ın karşısına rakip olarak çıkma durumuna gelmiştir. Şimdi bilmeden bizim anlayışımız, bizim bilgimiz, ilim dediğimiz şey maalesef bizi o noktaya itiyor. Anlatabildim mi? Halbuki ilimden asıl maksat Cenab-ı Vacibü’l-Vücut Hazretleri burada neyi beyan ediyor, bu espriyi kavramak mükemmel insan olmada bana ne emrediyor, ben iyi bir mümin nasıl olabilirim? Bu inceliği, bu nezaketi, bu zarafeti kavrama özelliğidir âlim olmak, içtihat ehli olmak. Anlatabildim mi?
Bu da çok şeyler ister. Yani yabancı dil bilmen, Arapçayı bilmen bu işi anlamana kâfi değildir. Şayet insan yabancı dil, Arapça bilerek bu işi çözmüş olsaydı Peygamber’in yanı başında her gün onu dinleyen Ebu Cehil iyi bir Müslüman olması lazım gelir ama Resulullah'a baktığı zaman “Ya Muhammed sana baktığımda nefretle doluyorum”, diyebilecek kadar nasipsiz bir insan. Anlatabildim mi? Sonra bakınız iman olayı, din olayı gönül sahasını ihata eden bir meseledir. Bence bugün yanıldığımız nokta burası. Gönül işi ile akıl işi farklı f arklıdır. Şimdi, biz gönülden varmak istediğimiz Rabbımıza akıl yoluyla beraber, güya Kur'an'dan deliller bularak onu tanımaya, anlamaya çalışıyoruz. Halbuki imanın yeri takdir edersiniz ki efendime söyleyeyim kalptir, kalp âlemidir. Onun için tarifinde kalp ile tasdik, dil ile ikrardır. Hiç okuma yazması olmayan öyle ümmi insanlar vardır ki senden benden çok daha imanlıdır, çok daha huzurludur, saadet içindedir. Niye? Çünkü o, kalp yoluyla beraber kendini yaratan Rabbına doğru yürümeye başlamış. O kalp yolculuğunda kendisini yaratan Rabbı da tecellileriyle ona sinyallerini, tabiri caizse, inzal etmiş; o tecellileri müşahede eden, seyreden o ümmi kişi senden benden de arif olmuş, Allah'ı tanımış.
İman, Kalp ile Tasdik ve Gönül Yoluyla Kavranır
Yok mu bizim tarihimizde? Yüzlercesi, binlercesi. Ve de evliyanın -efendime söyleyeyim- reisi kabul edilen Hz. Üveys bunlardan bir tanesidir. Reis-i evliya denir ona. Malumunuz Hz. Fahr-i Âlem Efendimizi görmeye gidiyor ama göremiyor, takdir-i Hüda ya! Allah'ın sevgilisi, Hırka-i Saadet’ini ona gönderiyor. Hz. Ömerü’l-Faruk Efendimiz, efendim, hac mevsiminde Veysel Karani'yi soruyor Hüccac'a. Evet buradadır. Nerede? Filan yerde. Gidiyor bakıyor ki bir zat namaz kılıyor, Hz. Üveys, Karan Köylü. Yaklaşıyor ona, namazının bitmesini istiyor, selam veriyor. O sevgili dost, “hoş geldin ya Ömer”, diyor. Ömerü’l-Faruk birden, “sen benim Ömer olduğumu nereden biliyorsun?” Bak, ümmi, çoban; Üveysü’l-Karani, çobandır, Yemen, Yemenli malumunuz. Şu ayet-i kerimeyi okuyor ona, buyuruyor ki: “İnnemel mü'minûne ihveh” (Hucurât Suresi, 10. Ayet), Ya Ömer, “Müslüman Müslüman'ın kardeşi değil midir?” Evet, diyor. “O hâlde kardeş kardeşi tanımaz mı?” Hazreti Ömerü’l-Faruk Efendimiz bakıyor ki bir denizdeyim, bir ummandayım. Aman Yarabbi, diyor. “Ya Üveys bana nasihat et, sohbet et”. “Allah'ı bilir misin?” soruyor Hazreti Ömer'e. Bilirim, diyor. “O hâlde Allah'tan gayrını bilme”, diyor. Bunun üzerine o söz, onun gönül dünyasını fethediyor. “Ya Üveys, devam et”, diyor. Ya Ömer, diyor, “Allah seni bilir mi?” “Evet, bilir”, diyor. O hâlde, diyor, “Allah'tan gayrı da seni bilmez”. Şimdi efendim, burada gelmek istediğim nokta şu, yani iman olayı bir aşktır, bir veştir, bir muhabbettir. Oturup caka satma olayı değil. Adam, Moşe Dayan’a benziyor, işte İslam uleması geçiniyor. Oğlum, bak, ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk'ın enteresan işaret ve alametleri var: “Onların yüzünde”, diyor, “secde eseri var”, ayet! (Fetih Suresi, 29. Ayet). Haa! Bir insana baktığın zaman, o seni Allah'a taşıması lazım. Öyle insanlar var ki onlar seni Allah'a taşıyan köprülerdir. “Onlara baktığın zaman Resulullah'ı hatırlarsın”,
Şimdi geleceğim nokta şurası, fazla uzatmayayım, vaktinizi meşgul etmeyeyim. Yani ilim, din derken bu anlayışın bizim örfümüze, adetimize, geleneğimize sindiğini kabul etmemiz lazım. Şimdi ne yaptık biz? Batı mantalitesiyle, Batı gözlüğüyle, felsefi bir anlayışla, dedikodu mantığıyla dini ele almaya başladık. İşte başladık işte dini konuları akılla çözmeye.
Dini Felsefi Bir Anlayışla Ele Almak Yanlıştır
Canım aklın burada rolü yok mudur? Elbette vardır ama akla bir yöntem, bir yol lazım. O, vahyin kontrol ve murakabesinde giden bir akıl olursa sen onun ölçüsünü saptırmışsın, efendime söyleyeyim, ölçüsüz bir akılla beraber, hani malumunuz, Hz. Üveys'e, affedersiniz, Yemen'e Hz. Muaz'ı Peygamber Aleyhisselam vali olarak tayin ettiğinde, “Ne ile amel edersin?” En sonunda işte buyuruyor ki hani “kitapta bulamazsam, hadis, sünnette bulamazsam, bunlara ters düşmeyen aklımla.” Ha, öyle akıl ki kitaba, sünnete ters düşmeyecek. Peygamberi, adam kabul etmiyor ve bu adam Kur'an'ı anlayacak. Yanlışlık buradan kaynaklanıyor.
Peki o hâlde ne yapacağız? Vallahi bizi Peygamber evvela taşıyacak, ondan sonra da Hakk'a vasıl edecek. Bu tip ulemayı, örfümüzde bu var, âdetlerimizde bu var. Bak İslam'ın, bilhassa Türk dünyasında, İslam-Türk dünyasında algılanması çok enteresan boyutlarda olmuştur. Hz. Ali Kerremallahu Vecheh Efendimiz şehadetinden sonra bu anlayış ehl-i beyt anlayışıdır bu. İslam bir insana iç tabiatında hâkim olur, yani onda öyle bir… Benim rahmetlik annemin güzel bir sözü vardı, bana derdi, “oğlum senin ezanın daha okunmadı”. Allah Allah, ben bunu anlayamazdım. “Ya niye benim ezanım okunmadı?” Hakikaten çocuktum, kalkardım namaza, namaz kılardık tahsildara vergi verirsin gibi tak tuk tak tuk. O zaman derdi bana ki senin ezanın okunmadı. Efendim, peki anne dedim ne demek istiyorsun bana? “Oğlum, ezan senin kendi gönlünde okunacak”. Allahu Ekber! O sevdayı, o muhabbeti, o aşkı yaşayacaksın ki kıldığın namazın namaz olduğunu anlayasın. Anlatabildim mi? Gerçeği de bu.
Şimdi, bu anlayış, işte bu ehl-i beyt anlayışıdır.
O insanda ne vardır? Aşk vardır, vecd vardır, muhabbet vardır, havfullah vardır, zikrullah vardır, onun hâli hiçbir zaman Allah'ı unutmak değil, her zaman Allah'la beraber olmak. Bak, Kur'an-ı Kerim'de 256 yerde Cenab-ı Hak emrediyor beni zikredin. O insanın hâli zikir olur. Her zaman Allah'la. Allah'ı unutmamaktır zikir. İfade edebildim mi? Sen şimdi Allah'ı unutmazsan Allah aşkına söyle bana, haram olana bakabilir misin, yalanı konuşabilir misin; sana olmayan, senin olmayan yere yürüyebilir misin? Elin, gözün, kulağın hep emin olur. “El-muslimu men selime’n-Nâsu min lisanihi ve yedihi” (Hadis-i şerif: Tirmizî, Îmân, 12; Nesâî, Îmân, 8), Peygamber Aleyhisselam buyuruyor; “Müslüman o kimse ki elinden ve dilinden kimse zarar görmez”.
İşte, efendim bu anlayış bizim Horasan diyarında Türklerin hayatına geçirdiği sabırdı, kanaatti, tevekküldü, tefekkürdü öyle bir Müslüman ki onun iç tabiatında bu din hâkim olmuş. İşte, o bireylerin oluşturduğu cemiyettir İslam cemiyeti ama biz bunu ideolojik mantıkla, Batı felsefesi iddiasıyla ele alıp şey ettiğimiz zaman valla o kalpte kalbimizde bir şey kalmadı. Aklımızda işte bir o tarafa futbol topu gibi pas veriyoruz, bir bu tarafa. Yani cambazlığı, hilebazlığı, birtakım nefsani yorumları ulemalık zannedip kendi kendimizi aldatıyoruz. Bir defa bunu kesinlikle sona erdirmemiz, mazimize sahip çıkmak suretiyle…
Bizim müştereğimiz, ana müştereğimiz, âmil dindir. Din bir olunca kültür de bir oluyor. O olunca örf de bir oluyor. Orada bir olunca âdetlerimiz de bir oluyor. Anadolu'ya gidin, çok samimi konuşuyorum, böyle evlerimize gitsek böyle baksak Allah Allah belki hemen hemen yüzde doksan dokuz bu dediğim saydığım hususlarla mutabık kalacağız örfümüzde âdetimizde geleneğimiz... Niye? Kaynak bir, hepsi o yüce dinden o evamir-i ilahiden, oradan kaynaklanmış. Hayatımıza bunu geçirmişiz ve de bir noktaya bizi getirmiş ve taşımıştır. Bunun olması lazım. Olmadığı takdirde olur ise bugünkünden farklı bir durum olmaz, diyorum efendim. İstirham ederim.
Müsamaha Sevmekle Başlar
Ben burada bir misal vererek açmak istiyorum. Bizim bölgemizde, Allah gani gani rahmet eylesin, Osman Efendi diye çok müstesna, nezaket ve nezafet ehli meşreb-i sufiye müntesibi bir zat-ı muhterem vardı. Bir gün Ak Cami'den çıkıyor, şöyle salı günüydü bu dediğim gün, orada ümmeti temaşa ediyor, seyrediyor. Bizim oranın şivesiyle, lisanıyla, tavrıyla, “Ey gurban olayım Rabbıma, ne kadar güzel gullar yarattın”, böyle mırıldanıyor. Onu sevenlerden bir tanesi de dedi, “Hacı Baba”, dedi “yav”, dedi, “bunların içinde eşkıya var, hırsız var, yüzsüz var, namussuz var; ha bunların neresi güzel, niye seviyorsun bunları?” “İş” dedi, “kötüyu sevmekdur, iyiyu herkes sever.” Şimdi, müsamaha dedim, iş işte onu sevmekle başlıyor. Bu ölçü elimizde olursa onun için ben meşreb-i sufiye ve Türklerin İslami yorumu diyorum, bunda ısrar ediyorum. O zaman göreceğiz ki toplumda kimse dargın olmaz.
Başkalarını Bırakıp Kendimizi Yargılamalıyız
Şimdi, efendim nasıl olur? Geliriz otururuz seninle beraber başlarız milletin defterini tutmaya. Ahmet'in, Mehmet'in, Hasan'ın, Hüseyin'in ne defterini? Amel defterini. İyi yaptı, kötü yaptı, iyidir, kötüdür, faydalıdır, zararlıdır… Yav sanki bizim meselemiz, derdimiz başkalarını murakabe muhasebe etmektir. Şimdi, bu devam ettiği müddetçe, bu anlayış devam ettiği müddetçe, bunun tersi olan öz eleştiri bunun yerine gelmediği müddetçe toplumu kucaklama olasılığı bence sıfırdır. Bu çok mühim. Biz lütfen başkalarını bırakalım, kendi hâlimize dönelim. Bir beyit vardır:
“Evliyalar dahi nefsi nefsine, düşmüş âlem kendi dert gayretine,
Yanmakta var cehennem ateşine, ne olacak hâlimiz aman ya Rabbi?”
diye güzel bir beyit vardır. Yani herkes lütfen kendi kendine düşsün de kendini yargılasın. Sanki cehennem benim için, cennet başkası için. La hepimiz için bunlar. Anlatabiliyor muyum? Yani bu sağlamdı, çürüktü, faydalıydı, zararlıydı, iyiydi, kötüydü. Bu tasnif memurluğunu bırakalım.
Bunlar oluştu mu da sen beni, ben seni karaladık mı sen bana o gözle bakıyorsun, ben sana o gözle bakıyorum. Evvelden dost olan ikimiz, neredeyse bıçak bıçağa geleceğiz, geliyoruz. Az evvel başta girerken kamplaşma dediğim mesele bu işte.
İslam'ı Tebliğ Gerek Mümine Gerekse İnanmayana Tamamen Güzel Dil İledir
Şimdi efendim, sulh ortamında zaten “Emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker” (Âl-i İmrân Suresi: 104, Tevbe Suresi: 112, Hûd Suresi 116 vd.), İslam'ı tebliğ mümine, gerekse inanmayana tamamen güzel dil iledir. Güzel, tatlı dil ve güzel hâl iledir. Şimdi siz ne satarsanız satın, ona iyi bir tezgâhtarlık yapamadıktan sonra sattığınız malın cinsi ne olursa olsun kimse yüzünüze bakmaz. Ben her zaman misal veririm, derim ki altın en kıymetli emtiadır. Öyle değil mi? Şimdi altını pazarlıyorsunuz, yetmiyor, öyle güzel dükkanlar, vitrinler yapılıyor ki dikkat edin bakın, en pahalı vitrinler kuyumcularda, o da yetmiyor, şimdi altını pazarlayan -efendim- mal sahibi, çok temiz, fevkalade elbiselerini, o da yetmiyor, gelen müşteriye çok nezaket ve nezafet içerisinde muamele ediyor. Şimdi efendim, neticede bizim pazarladığımız bir emtia, ne olursa olsun cinsi, madem ki biz dini tebliğ ediyoruz, ya bunun altın kadar değeri yok mu? Ha? Yani onun değerini, pahasını ölçmek ve biçmek mümkün mü? Derim ki ben, bu nezaketi, bu nezafeti asıl biz bu yolda göstermeliyiz ki bizi dinleyen insanlar, efendim, Sezai miydi? Karakoç diye bir arkadaş var. Seni, diyor “Müslüman öyle ol ki, öldürmeye gelen sende dirilsin”. Yani bize hasım olmak durumunda olan insanlar bize dost olsun. İslam işte bu nezaketi, bu nezafeti, bu anlayışı, bu rifkati, bu merhameti, bu dostluğu, bu kardeşliği a’sından z’sine gerek “Emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker”le gerekse tebliğ esaslarında hepimize emir buyuruyor, diyebiliriz efendim.
Ehl-i Beyt'in Yolu Tamamen Müsamahadır
Şimdi Ehl-i Beyt'in yolu tamamen müsamahadır. Çünkü o Peygamber Aleyhisselam Efendimizin ailesinin, şahsının ve ailesinin hayatıdır. Tamamen müsamahadır. Bu nedenden olacak ki o Ehl-i Beyt'ten 10 tane imam şehit edilmiştir. İmam-ı Âzam şehit edilmiştir, Ahmet bin Hambel Hazretleri şehit edilmiştir. Yani nice sahabeler bu anlayışa, bu anlayışı oturtmak için hayatlarını feda etmişlerdir. Hangi mantık onları şehit etmiştir? Harici mantığı. Daha fazlasına gerek yok. Tekrar ediyorum. Bunu öğrenip anladıktan sonra -efendim- Ehl-i Beyt, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat meşrep ve mezhebi anlayışına bu program vesilesiyle kardeşlerimizi davet ediyor, hayırlara karşı olmalarını Cenab-ı Hakk'tan niyaz ediyorum efendim.
Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız