info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Ermeni Soykırım İddialarını Red ve Ulusal Bağımsızlık Mitingi - Ankara / 2001
18/10/2025 EKONOMİ SİYASET 6

    Neler Okuyacaksınız

Bağımsızlık, Bir Milletin Hiçbir Dış Gücün Etkisinde Kalmadan, Kendi Kararlarını Vermesi ve Kendini Yönetmesidir

“Gömelim seni gel tarihe desem sığmazsın.” Tarihe bile sığmayan büyük milletin aziz evlatları, sizleri şühedanın nefesiyle, sevgiyle, muhabbetle selamlıyorum. Tandoğan Meydanı'nda Allah'a şükürler olsun gün doğmuştur. Ali Eren kardeşimizin ifade buyurdukları gibi. Kardeşlerim bu miting manası katılanları ve de fikriyatı itibariyle aylarca, yıllarca konuşulacak. Belki de melekler ervahının bizlere iftihar vesilesi olarak takdim edilecek olan muazzam bir mitingdir. 
Kardeşlerim, kardeşlerim bir millet ki hayatını adalete, müsavata, sevgiye, hoşgörüye vakfetmiş onun hayatında esaretin yeri olabilir mi? Onun için o uçan kuşlar kadar hürdür, müstakildir, bağımsızdır. Bir milletin hiçbir dış gücün etkisinde kalmadan, kendi kararlarını vermesi ve kendini yönetmesidir bağımsızlık. Kendi değerleriyle istediği tarz ve biçimde hayatını yaşamasıdır. Can emniyetinin, mal emniyetinin, namus emniyetinin, din ve vicdan emniyetinin, okuma,  seyahat etme hürriyetinin emniyetinin temin edilmesi demektir. Her sahada kültüründe, örfünde, âdetinde, geleneğinde her şeyinde bir milletin bağımsız olması demektir. Bağımsız olmayan milletlerin çöküntüye maruz kalmaları kaçırılmazdır. Bağımsız olmayan milletler maneviyatlarını da devam ettiremezler. Kültür hayatlarını da, örflerini de, adetlerini de. Bağımsızlığını kaybetmiş bir millet egemenlikten hiç ama hiç bahsedemez. Bağımsız olmayan milletlerin ne yeraltı ve de ne yerüstü kaynağı vardır. Allah rahmet eylesin İsa Yusuf Aktekin, onu rahmetle anıyoruz. Az evvel Doğu Türkistanlı bir kardeşimiz yaptıkları çalışmalardan bahisle onu bana hatırlattı. Bakınız onlar da bizim canımızdan, kanımızdan, imanımızdan ama Çin'in zulmü sebebiyle ne yeraltındaki kaynaklarından, ne de yerüstü kaynaklarından istifade edebiliyorlar. Bağımsızlığını kaybetmiş milletlere misal olarak çok ilaveler yapabiliriz ama bizim meselemiz bütün bunları söyleyip efkârımızı çoğaltmak değil. Kimliğimize dönüp bu mükemmel hak ve hürriyeti sonsuza dek yaşatmaktır, yürütmektir. Bunun için işte bu meydana binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insan toplanmıştır. Hep beraber o halde gelin şunu diyelim “ya istiklal, ya ölüm.” 


Bugün Oynanan Oyun, Bu Milleti Asimile Etme Savaşıdır

Elbette ki dünya coğrafyasında yeri bulunan bizlerin dünya ülkeleriyle içtimai, iktisadi, hukuki vesaire birtakım irtibatlarımız ve de anlaşmalarımız olması kaçınılmazdır. Ama medeniyetleri kardeş yapmak, aynı kültürün, aynı örfün, aynı âdetin, aynı geleneğin, aynı maneviyatın birer unsuru imiş gibi takdim etmek yanlış olan husustur. Siz Batılıyı Şarklı yapamazsınız; Şarklıyı da Batılı yapamazsınız. Batılıyı kabul ederken eğer siz insan haklarına değer veriyorsanız, olduğu gibi kabul ederek, ona inanarak, kendi dünyanızda ona yer vereceksiniz. Bizim tarihimize bakıldığında çok açık ve seçik olarak bunu böyle görüyoruz. Şayet Batılı da bizi kabul etmek istiyor ise, bizim değerlerimizle birlikte, şahsiyetimizle, kimliğimizle, örfümüzle, âdetimizle, geleneğimizle, maneviyatımızla birlikte bizi kabul edecektir. Aksi takdirde bugün oynanan oyunun adına birbirini kabul etmek değil, çeşitli yollarla, iktisadi, hukukî, siyasi ve manevi yollarla, bu milleti asimile etme savaşıdır. İşte, biz bunun için bu meydanlarda, bu savaşa “dur” demek için toplandık. 

Avrupa Birliği Katılım Ortaklığı Belgesine Göre Egemenliğin Devredilmesi Söz Konusudur

Avrupa Birliği, Avrupa Birliği ilk defa gündem olduğu zamanlarda bendeniz, ortaokul talebesiydim; o günlerde bir film seyretmiştik. Çok muhterem bir ağabeyimiz, lokalvari bir yere getirmiş, bize bir film seyrettirmişti. Şimdi ben herhangi bir unsuru tenkit etmek, yermek için konuşmuyorum; mevzunun mahiyetini anlamamız için konuşuyorum. Avrupa'nın göbeğinde bir haç ve bundan çıkan şualar, o coğrafyanın hududunu vücuda getiriyor. Filmi seyrettikten sonra yorumu yapan, bize ders vermek isteyen ağabeyimiz, arkadaşımız “Bundan ne anladınız?” diye sordu. “Bu Avrupa Birliği.” Dedik ki biz “burada anladığımız medeniyetlerin bir tek çıkış noktası vardır; o da Batı’nın medeniyet anlayışıdır, din anlayışıdır.” “Aferin, güzel anladınız” dediler. Daha sonra Helmut Kohl bunu açık ve seçik olarak ifade ettiler; dediler ki: “Avrupa haçsız olmaz. Şayet sen buraya gireceksen bu esası kabul ederek girmek mecburiyetindesin.” Tevhid akidesinden zuhur etmiş olan tarihin, örfün, âdetin, geleneğin ne olacak? “Onu işte sen, asimile edeceksin. Sana ben “evet” diyene kadar da kapının dibinde, eşiğinde bekleyeceksin.” Şimdi siz, örfünüzden, âdetinizden, geleneğinizden, bayrağınızdan, maneviyatınızdan vaz mı geçeceksiniz? Avrupa Birliği'ne tam üyelik halinde, Avrupa Birliği müktesebatının kabul edilme şartı vardır. Bu müktesebat 93 bin sahifedir, 93 bin sahife. Bu müktesebattan, Kopenhag kriterleri ve Katılım Ortaklığı belgesine göre egemenliğin devredilmesi söz konusudur. Şimdi soruyorum, siz Avrupa Birliği'ne katılmak için egemenliğinizi devredecek misiniz? O halde Ankara'nın göbeğinde, Tandoğan'dan yükselen sesi duymamak mümkün mü? İnşallah geriye adım atılacaktır. 
Sevgili kardeşlerim, bu anlaşmalara göre tam üyelik şartı kabul edilip imza altına alındıktan sonra artık mesuliyet dönemine de giriyorsunuz. O sana isterse hak verir; ama sen mutlaka onun istediğini, o vermediği takdirde vermek mecburiyet ve de mükellefiyetindesin. Burası çok hassas. Şayet bu anlaşma gereği sen attığın imzadan vazgeçersen, derhal Roma Antlaşması devreye giriyor; üye ülkeye her türlü müeyyide uygulanacağı vurgulanıyor, ifade ediliyor. Nasıl bir müeyyide bu? Her türlü müeyyide, içinde bir askeri müdahale de olmak şartı vardır. Kardeşlerim bu takdirde, devrettiğimiz egemenliği geri almak için Allah muhafaza eylesin tekrar bir Çanakkale, bir Sakarya, bir Dumlupınar, bir İstiklal savaşı mı vermek mecburiyetinde kalacağız? Avrupa Birliği, Avrupa Birliği; geriye dönüşü olmayan bir yoldur. Bu anatomide ister seni ayağının topuğu yapar, ister elinin tırnağı yapar; gösterdiği yere rıza ile kabul mecburiyetin vardır. “Hayır” diyemezsin. 


Büyük Millet Meclisi de Egemenliği Devretme Yetkisine Sahip Değildir

Sevgili kardeşlerim bu bir tarafa, kaldı ki Anayasa’mızın 6. maddesi böyle bir egemenlik devri hakkını, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hiçbir kurumuna vermemektedir. Okuyorum: “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir. Türk milleti egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır.” Bu organ Büyük Millet Meclisi'dir. “Egemenliğin kullanılması hiçbir surette…” Şimdi meclis bakın neyi yapamıyor? “Hiçbir surette, hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz.” Yani Büyük Millet Meclisi de olsa bu egemenliği devretme yetkisine sahip değildir. Hiçbir kimse, hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini de kullanamaz; öyle bir yetki yok. O halde bunu sen kullanamazsın.” Dahası var: “Anayasa'nın 5. maddesi de devletin temel amaç ve görevlerini anlatırken “Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü korumak” ifadesine yer vermektedir. O halde meclisin ve vücuda getirdiği bütün kurumların vazifesi neymiş? Bu bağımsızlığı korumaktır. Ve muhterem arkadaşlar bu vazifeyi yerine getirmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden içeriye ayağına atan her muhterem vekilimiz ve de Sayın Cumhurbaşkanımız aynen şu yemini yapmaktadır. “Devletin varlığını ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız şartsız egemenliğini koruyacağıma namusum ve şerefim üzerine ant içerim.” Yemin bu. “Ben bunu devredeceğim” şeklinde şayet bir ibare olmuş olsaydı onu bir üst kurula veya üstümüzde gördüğümüz bir devlete veya daha farklı devletlere devretme hakkına sahip olurduk. Ama böyle bir şey yok. Devlete düşen vazife, sadece Büyük Millet Meclisi’ne değil, devletin bütün kurumlarına düşen vazife; Türk milletinin istiklalini, istikbalini, egemenliğini korumaktır. Şayet gaflet, dalalet ve hatta ihanet içinde bulunurlar ise kimdir, kim olursa olsun, şartlı konuşuyoruz; “bulundular, bulunacaklar” demiyoruz, “bulunurlar ise” Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesi, vatana ihanet suçundan bu milletin yargı gücünün yargılama hakkı doğacaktır. Sevgili kardeşlerim kaldı ki bir milletin bağımsızlığına ulaşabilmesi, bu hakkı elde edebilmesi öyle kolay iş değildir. Sürünerek, ezalar, cefalar, çileler çekerek, meşakkatle; anadan, oğuldan, yardan mahrum olarak, evlattan, babadan, dededen mahrum olarak, öksüz kalarak elde edilen bir haktır. Nasıl olur da bu ayağını bacak bacak üstüne atacaksın da “Ee bu benim paşa gönlüm böyle istedi, ben sana göstereyim” dercesine bunu başkasına takdim edeceksin. Vallahi de, billahi de, tallahi  de bu millet bunu yutmaz ve affetmez. Kaldı ki ülkeler arasındaki savaşlar, şu veya bu psikolojik tavırlarla yok edilecek savaşlar değildir. Milletler var olduğu müddetçe, coğrafyaların üzerinde bu savaşlar ama soğuk, ama sıcak devam eder. “Batı dünyası bize karşı çok şefkatli ve de merhametli oldu”, inşallah deyip dua edelim. Ama kardeşlerim, “40 yıllık yani bir anda nasıl kâni oluyor”, söyler misin? Bunlar, bunlar, bu insanlar Ermeni soykırım iddiasını ortaya atıp Fransız Meclisi’nden geçiren bu Fransızlar, dün Maraş’ta benim anamın eline, benim anamın örtüsüne elini uzatan el değil mi? E ne zaman bu dost oldu? Ha? Ne zaman dost oldu? Buna bizim literatürümüzde “Oğlum sen rüya görüyorsun” derler. 

Milletler Tarih Boyunca, Sahip Oldukları Kültürlerin Etrafında Bir Araya Gelmişlerdir

Milletler tarih boyunca sahip oldukları kültürlerin etrafında bir araya gelmişler ve varlıklarını devam ettirmişlerdir. Şayet bir milleti siz içten çökertmek istiyorsanız, onun tarihiyle, onun diliyle, onun örfüyle, âdetiyle, geleneğiyle her şeyi ile oynayacaksınız ki hedefinize nail olasınız. Onun için 1700’lü yıllardan itibaren Osmanlı’yı Hicaz bölgesinden çıkartabilmek için İngilizler çok ciddi misyonerlik oyunları ile beraber oradaki Arap kardeşlerimizi bizim dedelerimize karşı çıkarmışlardır. Ben buraya gelmişken hemen şunu ifade edeyim. Biz hiçbir zaman bir insanın kendi dinini yaşamasına, kendi dinini anlatmasına, Allah’ıyla olan hukukunun arasına girilmesine vicdanen kesinlikle rıza gösteremeyiz. Zaten bizim akaidimize göre “La ikrahe fid dini.” “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara Suresi, 256. Ayet) İsteyen istediği yolu seçebilir. Onun hesabı ona, seninki sana. “Lekum dinukum.” “Senin dinin sana, benimki bana.” (Kafirun Suresi, 6. Ayet)  Bizim böyle bir derdimiz yok; yani filanca Hristiyan olacak anlatıyor, öyle bir dert değil. Bizim derdimiz çok farklı. Biz tarihten bunun dersini aldık, gördük, yaşadık. Bizim derdimiz ne? Bizim derdimiz şu: “Dini anlatacağım” diye, daha yeni yeni yaşadık Trabzon’da, arkadaşlarımızı Hristiyan yapıyorlar. Ondan sonra da ne diyorlar bu arkadaşlara biliyor musunuz? İki ay oldu, olmadı; canlı şahidi de yanımızda. “Eee kardeşim, senin aslın Rum değil mi?” He vallahi. Dert Hristiyan olma derdi değil. “Peki, hocam nedir bu?” Biraz daha ileri gidiyor: “Senin aslın da Ermeni. Sen Türk değilsin.” “E peki ne olacak?” “O zaman demek ki bu topraklar Türklerin değil.” “Kimin toprağıdır bu topraklar?” “Rum toprağıdır, Ermeni toprağıdır, Süryani toprağıdır, Sırp toprağıdır” vesaire, vesaire. Yani saman altından su yürütüyorlar. Yürütmekle de kalmıyorlar; topraklarımıza göz dikiyorlar, elimizden almak istiyorlar. İşte biz bunun karşısındayız.
Nitekim az evvel bahsettiğim Hicaz bölgesinden birtakım örneklerle ifade etmek istediğim düşüncemizi daha seçik olarak ortaya koyayım. Bakınız, Goldzıher; bu adam müsteşrik, Müslümanlıkla alakası yok. Mısır’daki El Ezher Üniversitesi’nde okumuş, doktorasını yapmıştır. “Kur’an’ın vahiy olmadığını” iddia etti. “Hz. Muhammed’in güçlü bir enerji gücü var, o güçten kaynaklandı. Dolayısıyla Kur'an'daki ibarelerin”, bizim ifademize göre ayetlerin “doğruluk ihtimali zayıftır” dedi. Sevgili kardeşlerim, yine Fransız asıllı Renan, Mısır ve Anadolu'yu dolaştı. Hicaz, Kudüs, Halep, Şam ve İstanbul'a gitti. Bu milletin öz değeri olan tasavvufa dil uzattı. “Böyle bir kurum yoktur “dedi, tasavvuf kurumu. Yani kimi inkâr etti, biliyor musunuz? Mevlana'yı, çok güzel… Yunus'u, Hoca Ahmet Yesevi'yi, Kaşgarlı Mahmud'u. Ankara'ya gelin, Hacı Bayram-ı Veli'yi inkâr etti. Bunlar yoktur. Kim adına konuşuyor? Kur'an adına konuşuyor. İslam adına konuşuyor. Tevhid adına konuşuyor ve fakat hiçbirine inanmıyor. Şimdi de, yine o zaman akıl ve nakil çatışmasını iddia ederek “aklın nakilden üstün olduğu” iddiasıyla fitne çıkartıyor. Aynı düşünceler, aynı görüşler bugün maalesef “akademisyen” dediğimiz arkadaşlarımızın arasında ciddi bir surette yayılmaktadır. Hollandalı müsteşrik Hurgronje, o da diyor ki, o da Hicaz bölgesinde bizzat Mekke'de ve Cidde'de yaşamış, çalışmalarını yapmış. “Hac  ve kurban İslam'ın emirlerinden, ibadet kurallarından değil, cahiliye adetlerindendir. Kurban İslam'da yoktur.” Şimdi soruyorum size bunlar tuttu mu, tutmadı mı? Evet, evet şimdi bu oyunu biz bozacağız muhterem arkadaşlarım. 
Sevgili kardeşlerim, sevgili kardeşlerim, sevgili kardeşlerim bakınız on binlerce, ben birkaç tanesinin ismini zikrettim. On binlerce misyoner, o “mukaddes” dediğimiz topraklar üzerinde dolaştılar, Hicaz bölgesindeki Bedevi Araplarını,  kardeşlerimizi ikna ettiler ve maalesef bizi arkadan vurdurdular. “Ha hoca niçin sen bugün o halde Türkiye'deki misyonerliğe karşı çıkıyorsunuz ”un cevabını anlayabildik mi? Yarın da Allah göstermesin oyuna gelen kardeşlerimiz “bizim aslımız Rum'dur, Ermeni’dir, Sırp’tır” diyerek silahlanmaya gider ve arkadan bizi vurmaya kalkarsa bunun önüne hangi güç kuvvet çıkabilir? Bu, bu resmen Türkiye'yi bölme hareketidir. O bakımdan maarifimize, yani milli eğitimimize çok büyük vazifeler düşüyor. Bu, bu milletin kimliğini, bu milletin tahsil çağındaki evladına okutup eğitmektir. Bizim gençliğimizden beklenilen, istenilen, arzu edilen bir Türk, Müslüman Türk gençliği kimliği değil midir? Ha işte, işte bu kimliği, bu şahsiyeti, bu karakteri ona elbette ki vermek bizi idare edenlerin en kutsal vazifesi olacaktır. 

Bağımsızlık Türk Milletinin Karakteridir

Sevgili kardeşlerim, her konuda bağımsız olmamız gerektiği gibi siyasi konularda da bağımsız olmamız lazımdır. Türk milleti esasen ifade ettiğim gibi bağımsızlık onun karakteridir. Atatürk'ün de ifadelerinde beyan buyurduğu gibi “Bağımsızlık benim karakterimdir, Türk milletinin karakteridir.” Bu karakter ticarette de bağımsız olması lazım, siyasette de bağımsız olması lazım, hukukta da bağımsız olması lazım, içtimai konularda yani sosyal konularda da bağımsız olması lazım. Her konuda mutlaka bağımsız olması lazım. Onun için diyoruz ki, kendimize has milli bir siyasi politikayı hayata geçirmemizin zamanı gelmiş ve de geçmek üzeredir. Globalleşen dünyada, dünya şartlarında, piramidin doruk noktasında oturanlar diyor ki, “insanlık ailesi tek bir vücuttur. Dolayısıyla bizim gösterdiğimiz hedeflerden sapmamanız, gayelerden, istikametlerden sapmamanız lazım. Siyasette bizim irademiz ile birlikte hareket etmeniz lazım. O takdirde sizin her türlü işiniz ahsan olur. Zorlukları aşarsınız.” Hayır böyle diyorlar. Muhterem arkadaşlar, çünkü bu anlayışa malik insanlar, daha doğrusu kurum ve kuruluşlar, bu insanlık ailesinin her türlü akarını kendi dünyasına akıtmak istiyorlar. O bakımdan, “uzman” adı altında, ilkokul çağından başlayarak, farkında olmadan milletlerin evlatlarını, kendi fikir köleleri, kendi düşüncelerinin fertleri olarak yetiştiriyor. Hangi ülkeden hangi kişiyi almışsa, daha sonra da “yetişmiş adamdır, insandır” diye o memlekete onu “eşi, emsali yoktur, Kafdağı’ndaki çiçektir, iyi kolla” diye pazarlıyorlar. Doğru mu? Onun için, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin siyasette de bağımsız olması, elbette ki, bütün Türk vatandaşlarının başta gelen arzusu, isteği ve niyetidir. Emperyalist devletler, geri kalmış ülkelerdeki, işte tasarruflarını böyle devam ettirirken, onların oyununu bozacak, bir kümeleşmenin de, bir birliğin de olmaması, esastır ve de şarttır. Bunu da bozmak için, yine bu güçler, iktisadi yardımlarını, o memleketlerin üzerine, sağanak sağanak olarak yağdırdıklarını görürsünüz. Mesela, bakınız, Kuzey Irak'a yüzbinlerce dolar para akıyor. Hiç sebebini sordunuz mu? Yetmiş bin insan, Cezayir'de Allah'ın rahmetine kavuştu. IMF ve onun başındaki güç, beş milyar dolar, Cezayir'in yönetimine yardım etti. Niçin ettiğini biliyor musunuz? Aynı zulüm devam etsin diye. Neden? “Akarlar benim olsun da, ne olursa olsun”, düşünce budur. Yine, Mısır, Arabistan âlemine kapısına, açılan büyük bir kapıdır. Her yıl, şu anda da olmak üzere, bir milyar dolar, yardım yapılmaktadır. Körfez Harbi çıkartması esnasında, Mısır'ın, Amerika Birleşik Devletleri'ne olan yirmi milyar borcu, silinmiştir. Peki, bütün bunları bir araya topladığımız zaman, önümüzdeki fotoğraf, bize neyi gösteriyor? Bu insanlar çok merhametli, şefkatli, adaletli, rifkatli ve onlarla bu yardımı yapıyorlar, yoksa sülük gibi bunların kanını emsinler diye mi yapıyorlar? Şayet bu merhamet varsa, Filistin'de nerededir? Bosna'da neredeydi? Afganistan'da, Çeçenistan’da, nerededir? Söyler misiniz? Demek bu bir merhamet değil. Bu bir çıkar savaşı. Onun için muhterem kardeşlerim, siyasi sahalarda tam bağımsız olma mükellefiyetimiz vardır. Zaten biz, ezelden beri hür yaşamaya alışmış millet olarak, böyle bir şey oldu mu da ruhumuz hemen bu teper, reddeder. “Birliktelik lazım” dedik, hatırlatın iseniz. Bizim kanımızdan, bizim canımızdan, bizim inancımızdan.
1990, özellikle 91 yılından sonra koskocaman bir dünya, Türk dünyası önümüze açıldı. Orada ne yok ki? Uranyum, petrol, doğalgaz, altın, kömür, istediğinizden istemediğinize kadar her türlü madenler hâlâ da bakire yataklar halinde, işlenmeyi beklemektedir. Şayet biz kendi kanımızdan ve canımızdan ve maneviyatımızdan olan bu kardeşlerimizde siyasi, iktisadi ve de askeri birliktelikler yapmış olsaydık veya bu yolda adım atmaya gayret etseydik çok samimi konuşuyorum ne Türk dünyasının manzarası bu şekilde olurdu, ne de bizim üzerimizde bu kadar serbest hesaplar yapılabilirdi. Bu hesapları bozmak kimin boynunun borcudur? Lütfen cevap verin.  

İktisadi Konularda Bağımsız Olmamız Şarttır 

Kardeşlerim “sadece siyasette değil” dedik “kültürde değil” dedik “dinde değil” dedik ya. İktisadi konularda da, mevzularda da bağımsız olmamız şartı vardır. Yine global dünya iktisadi mevzularında “dünya bir bütündür, bu bütün içerisinde siz de yer alacaksınız” demek suretiyle size bir yer vermek istiyor; milli çıkarlarınızdan mahrum ederek milli gayretlerinizi heba ediyor. Şayet ayık olmaz, ayıkmazsanız bütün milli imkânlarınız heder olmaya mahkûm kalır. Nitekim biz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurduktan sonra Mustafa Kemal Atatürk, 1923 ile 1938 yılları arasında milli iktisada, yani ekonomiye yer vererek bugün “sanayi” dediğimiz, yeni yeni içine girmeye çalıştığımız hamleleri başlatmıştı. O günün şartlarında hem de Düyûn-ı Umumiye ’den devraldıkları muazzam borçları ödemek şartıyla sanayi hamlesine başladılar. 1938 senesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti Belçika’ya uçak ihraç edebilecek duruma gelmişti, uçak ihraç etmiştir. Yine İkinci Dünya Savaşı’nda gaz maskelerini bütün dünyaya biz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak ihraç etmiştik. Bunun sebebi nedir? Milli ekonomiye sahip çıkmamız, kendi önümüzü, kendi şartlarımızı kendimiz tayin etmemizdi . Şayet bu hesabı biz yapmamış olsaydık bir toplu iğne ucu bile yapmamız mümkün olamayacaktı. O günün şartlarında Batı dünyası “siz tarım ülkesiniz; buğdayı yetiştirin, arpanızı yetiştirin, pirincinizi yetiştirin, biz de size teknik araç ve gereçlerinizi verelim, gül gibi geçinip gidelim” demişti. Fakat Atatürk bunların hiçbirini kabul etmedi. Sanayisine devam etti, tarımına el atmıştı. Şimdi geldiğimiz noktaya bakın, dün bize tarımı tavsiye edenler, bugün “hayır, buna ihtiyacınız yok” diyorlar. Şeker yasası, tütün yasası, şu yasası, bu yasası... E be kardeşim, şimdi bizim hesabımızı, defterimizi Avrupa tutarsa Allah korusun mendilimizi kim açacaktır? O bakımdan diyoruz ki milli çözümü içeren iktisadi problemlerimizi çözen mutlak surette bir ekonomik modele yapışmamız lazım. 


Türkiye’de Enflasyon Talep Enflasyonu Değil, Maliyet Enflasyonudur

Şimdi efendim, “bizim maalesef enflasyon diye bir derdimiz var” diyorsun ama biz bu derdi aşamıyoruz ki denilenleri yapalım. Evvela sanayide, tarımda, hayvancılıkta, ormancılıkta, denizcilikte mutlaka milli ekonomiye geçmemiz lazımdır. O takdirde “enflasyon” dediğimiz canavarı anında mağlup eder, yeneriz. Sonra bugün enflasyonu alınan geriye gitmesi için, düşmesi için alınan tedbirler çok yanlış. Bakınız, Türkiye’de olan enflasyon talepten doğan enflasyon değildir. Hastalığı iyi teşhis etmemiz lazım. Hastalığı siz teşhis edemezseniz tedaviniz de mümkün olmaz. Şu anda doğan, ortaya çıkan enflasyon maliyet enflasyonudur. Hastalık veren sen grip, tedavi yapıyorsun; tedavi edemezsin hastayı. Ha o takdirde ne olur? Maliyet enflasyonu sebebiyle olmayan parayı daha da piyasadan çektikten sonra iflaslar başlar, kepenkler aşağıya iner, büyük iş yerleri kapanır. O zaman iş yerleri, fabrikalar, şirketler satışa çıkar ve vücuda gelen enflasyonun adı da “stagflasyon” olur, tamam mı? Şimdi maliyet enflasyonu %100 toplumun anasını ağlatırken ; talep enflasyonu olarak ortaya çıkman, yeminle konuşuyorum, “sen bu işi bilmiyorsun” manasına gelir. 
“Şimdi kardeşlerim burayı iyi dinleyin” dedik dedik dinlemediler bari siz muhterem kardeşlerimize arz edeyim. Talep enflasyonu demek paranın bol olduğu ve de rekabetin olmadığı piyasada olan enflasyondur. Mal yoktur, para boldur, rekabet de yoktur; para çok bol, mal yok. Bundan doğan enflasyonun adına “talep enflasyonu” denir. Bu enflasyonun düşmesi için ne yapılır? Paranın karşılığında üretim yapılır, rekabet hızlandırılır; enflasyon düşer. Şimdi sen bunu yapmıyorsun, üretimi durduruyorsun, parayı da çekiyorsun. Ne oluyor? Ses yok. Niye? Allah'ın rahmetine kavuştu da ondan. Ses olur mu? O halde yapılması gereken ne? Yapılması gereken vergileri mutlak surette düşüreceksiniz. Maliye vergileri mutlaka düşmesi lazım, sigorta vergileri mutlaka düşmesi lazım ve işçiye, çiftçiye, memura, esnafın tamamına, memurun tamamına istediği kadar kredi vereceksiniz. Bunu yaptığınız zaman enflasyon  kendiliğinden düşer. “Aa hocam, nereden çıkardın bunu?” Dilerseniz Ankara'ya söz vereyim bu işi çözelim, burada mı şimdi çözelim bunu? Çözelim o zaman.

Para, Sermaye Piyasası ve Bankalarda Bloke Edilerek Tekelleştiriliyor 

Kardeşlerim, sermaye piyasası ve bankalarda parayı bloke ederek paranın tekelleşmesine son vereceksiniz. Para sermaye piyasası ve bankalarda bloke  ediliyor; sokakta, caddede vatandaş avare avare geziyor. Ne yapsın işi yok, aşı yok. Para iki yerde. Buna son vereceğiz. Yabancı sermayenin giriş çıkışını esas kabul edip vergilendirmeyi buna göre yapacaksın. Yabancı sermaye akşamüstü giriyor; repodan %1000 veya altında bir değeri alıyor; sabahleyin “haydi Allah'a ısmarladık” diyor, Avrupa'ya kaçıyor. Bunu önlemek için ona %90 vergi vuracaksın; belini bükeceksin. 
Emisyon, emisyon hacmini genişletip üretim karşılığı kredi vermek. Dikkat edin, emisyon hacmini genişletiyorsunuz, üretimi şart koşarak kredi veriyorsunuz. Para nedir biliyor musunuz? Üretimin ve emeğin karşılığıdır. Şimdi sen bunu Türk Lirası olarak yapmıyorsun, Amerikan doları olarak yapıyorsun; yani Türk milletinin emeğini, Türk milletinin üretimini çok ama çok ucuza başkalarına satıyorsun. Bunun manası budur. Evet, krediyi de verilen krediyi de emtia olarak geri almak; yani parayı cebine alıp da indirmeyecek, mutlaka gidecek, çalışacak, karşılığını üretecektir. Gerekirse hukuki müeyyide ile onu bağlayacaksın.
Kardeşlerim, dar bölge yaygın sanayi modelini hayata geçirmek; tarımı geliştirmek ve çiftçiye destekleme fonu ile yapabilindiği kadar yardım yapmak. Ormancılık, denizcilik ve de bu konularda, Batı dünyasında, Uzak Doğu’da nerede olursa olsun, teknolojiyi acilen transfer etmek; yeraltı ve yerüstü kaynaklarının tamamını devreye koymak. Mesela bor madeni petrolde olduğu gibi; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hudutları dahlinde yabancı kaynakların ifadesi: 750 milyar dolarlık bor madeni var. Sadece bunu işlediğinizde siz yapamayacağınız iş kalmaz, her işi yapabilirsiniz. 

Ermeniler Hınçak ve Taşnak Örgütlerini Kurdular, Doğu Anadolu’yu Cehenneme Çevirdiler

Sevgili kardeşlerim, bütün bunlardan sonra geliyoruz Ermeni meselesine. Hakikaten biz Ermeni vatandaşlarımıza zulmettik mi? Soykırımı yaptık mı? Alparslan Cennet Mekân 1071'de Anadolu'nun kapısını açtıktan sonra Roma ordularına karşı büyük bir savaş vermiştir. Türk milletinin adaleti, merhameti, şefkati, alicenaplığı bu kardeşlerimizi celbetti, cezbetti ve bizim saflarımıza geçip Romalılarla savaştılar. Gerek Selçuklular döneminde, gerekse Osmanlı İmparatorluğu döneminde taltif edildiler. Milletvekilliği, nazırlıklar verildi; danışmanlıklar, müşavirlikler, müsteşarlıklar bunlara verildi. Aramızdan su sızmıyordu. Ne olduysa 1789 Fransız İhtilali’nden sonra oldu. 1800'lü yıllardan sonra Avrupa’da kurumlaşmaya başladılar ve de muhterem arkadaşlarım, Hınçak ve Taşnak örgütlerini kurdular. 1886’da Hınçak, 1896’da da, 10 yıl sonra Taşnak teşkilatını kurdular. Bilhassa Doğu Anadolu’yu cehenneme çevirdiler; çocuklarımızı, kadınlarımızı, yaşlılarımızı, erkeklerimizi katlettiler. Bilhassa 1914 yılının sonunda, 15 yılının başında Rusların Doğu Anadolu’ya ve Karadeniz’e girmesinden sonra çok ama çok şımardılar; bu dediğimiz işkenceleri, zulümleri yaptılar. O bölgede bulunan, yaşayan kardeşlerimiz, ırktaşlarımız hicret etmek mecburiyetinde kaldılar. Bugün hâlâ oradan hicret etmiş, Kayseri’ye yerleşmiş, Konya’ya yerleşmiş, Ankara’ya yerleşmiş, Bursa’ya yerleşmiş, Samsun’a yerleşmiş binlerce kardeşimiz vardır. Bunların sayısı tam 700 bindir. Vatanını terk edip tehcire mecbur edilen bu kardeşlerimizin %80’i yol hayatı, şartları ve hastalıkları nedeniyle Dârü'l Bekâya rihlet etmişlerdir. Olayın bu bir veçhesi.  Yine 1920 yılında, 1920 senesinde ABD Kongresi’ne takdim edilmek üzere Doğu Anadolu Bölgesi’nde 69 araştırmacı, Amerika Birleşik Devleti’nin araştırmacıları, aynen şu raporu veriyorlar: “Bu bölgede, Doğu Anadolu Bölgesi’nde tam 1 milyon Türk’ü Ermeniler katletmiştir.” Amerika Kongresi’ne bu rapor takdim ediliyor. Ve fırınlarda insanlarımız yakılıyor. Rus arşivlerine göre bu rakamlar 500 bindir. Biz “o doğru, bu doğru” bunun üzerinde durmuyoruz ama hangisini esas olarak alırsanız alın, bir buçuk milyon insanın heder edildiği, ölüme mahkûm edildiği kaçınılmaz bir gerçektir. Bu hakikatler ortadayken nasıl olur da Fransız Parlamentosu, “Türkler Ermeni soykırımı yaptı” şeklinde meclislerinden bir karar çıkartabilirler? Demek  ki Batı bize bir hayırlı rüya görmeyecek. O halde kendimize anlatmanın bir manası yok. Bu hakikatler ortadayken ve de şu anda Ermeniler Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne tazminat davası açtılar; yarın da toprak davası açacaklarından hiç ama hiç kuşkunuz olmasın. Ve Ermenistan askeri hazırlıklar yapmakta; Rusya, Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimiyle askeri işbirliği içine girmişlerdir. Ermenistan’a, Yunanistan’a ve Adalara S-300 füzeleri yerleştirilmiştir. Ermenistan, Rusya ile ortak savunma projesi hazırlığı içerisinde bulunup bizlere savaş sinyalleri göndermektedir. Yani burası güya onlarındır. Bu memleketi alma düşüncelerini izhar ve ispat etmektedirler. Gelecekler mi? Gelebilirler mi? Gelirlerse ne olur?


Bir Vücudun Organları Gibi Birbirimize Kenetlenmeliyiz

Sevgili kardeşlerim gittikçe artan bu oyunlar karşısında bize düşen vazife bir vücudun organları gibi birbirine kenetlenmek, birbirimizin hatasını, kusurunu, vebalini, günahını araştırmadan bir bünye haline gelmektir. Siviliyle, askeriyle, bürokratıyla, memuruyla, işçisiyle, çiftçisiyle, hamalıyla, hülasa dağdaki eşkıyasıyla bile bir ve beraber olmaktır. Sevgili kardeşlerim, aynı ruhu, aynı birlikteliği vücudumuzun her zerresinde, gönlümüzün her köşesinde bu aşkı, bu muhabbeti yaşamamız lazım. Her zaman söylerim, birbirimizin Leyla’sı ve de Mecnun’u olmamız gerekmektedir. Bilirsiniz, Leyla Mecnun’una âşıktır. Mecnun da Leyla’sına. Ama kaderin hikmeti bu ya; Leyla, Mecnun’una birtakım cilveler yapar. Mecnun'unun kolunu ister. “Göndersin, bana aşık olduğunu anlayayım” der. Gelirler, Mecnun'un kolunu isterler. “Leyla senin kolunu” istiyor. Alır bıçağı, tam vuracağı zaman der ki, “ben kolumu kesemem, kusura bakmayın.” Giderler Leyla'ya, haber verirler, o da çok üzülür. “Hani beni sevmişti. Dağlara düşmüştü, deli olmuştu. Bu kadar seven insan, kolunu kesip göndermez mi? Bir kolu, maşukundan esirger mi?” Tekrar gidiyorlar, cevaben diyor ki, “Leyla'ya söyleyin, ondan kolumu filan esirgediğim yok. Bıçağı alıp, kolumu kesmeye kalktığım zaman baktım ki, bu kol, Leyla'nın kolu. Kimin kolunu kesip, kime göndereyim?” O halde, bayraklar, evet bayraklar, kimin koluyla ayağa kalksın? Benim kolumla ayağa kalkacak. Sizin kolunuz benim kolum. Benim kolum sizin kolunuz olacak. Yürüyüşümüze, Trabzon'dan başlamıştık. Bu yolculuk çok güzel. Var mısınız? 
Şimdi kardeşlerim, size ben hatırlarsanız “irkiltmeyin, korkutmayın” dedim. Maksadı aşan cümleleri söylüyorsunuz, korkutuyorsunuz. Ondan sonra da hepsi benim başıma uçuşuyor. Sevgili kardeşlerim, evet, bu birliktelik ruhu ile, bu aşk ile, bu meşk ile, bu muhabbetle, hepinizi saygı, sevgi, muhabbetlerimle selamlıyor, Allah'a emanet ediyorum.
 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir