info@profdrhaydarbasenstitusu.org

Haftanın Sohbeti – Sevgi ve Muhabbetullah - Trabzon / 8 Ekim 1994
18/01/2025 DİNİ YAŞAM 19

    Neler Okuyacaksınız

Haftanın Sohbeti – Sevgi ve Muhabbetullah 
Trabzon 8 Ekim 1994

Sevginin Temeli Cenab-ı Hakkadır, Ondandır, Onadır

Sevgi, insanların derununda mektuz olan ilahi bir duygudur. İnsanın meyletmesi, ilgi duyması, alakalanması gibi anlamlara gelen bir kelime karşılığı olsa da hattı zatında insanın bir şeye istemeyerek de bağımlı olması anlamına gelir. Benim acizane, bu tarifi de başka bir yerde bulamazsınız, demek istiyorum ki insan istemezse de bağımlıdır. Nereye? Sevdiğine. İşte bunun adına sevgi denir; yani, bağımlı olduğunuz şeydir. Bunu biz istesek de istemesek de Cenab-ı Hak bu ilahi duyguyu bizim kalbimize, gönlümüze lütfeylemiştir, vermiştir. Hakikatte de sevgi Cenab-ı Hak’tandır, Allah'tandır. Zaten bunun ona karşı olanına sevgi değil aşk denir. İşte meşhur bir tabirdir muhabbetullah; yani Allah aşkı, Allah muhabbeti. 
Efendim hülasa sevginin temeli Cenab-ı Hakkadır, ondandır, onadır. Ondan olması münasebetiyle insanın bizatihi kendisi de Allah'tandır. Sık sık sohbetlerimizde bahsederiz, Cenab-ı Hak Hz. Adem'in yaratılışından bahisle Kur'an-ı Kerim'inde “Ben ona kendi ruhumdan üfledim”. (Hicr Suresi, 29. Ayet) İşte Allah'ın ruhundan bir nef’a taşıyan insan muhabbetin, aşkın kaynağı olan Allah'tan o aşkı yansıtıyor. Yani aşkın bizatihi merkezi, menşei, meddei Allah'ın kendisidir. Yani o hakiki sevendir, hakiki aşıktır. 
Evet, buna dedik insanın ihtiyacı vardır; bu sevgiye ihtiyacı vardır. Bütün eşyalarda yansıyan sevgi de hatta insanın insana karşı olan sevgisi, duygusu da gene ondandır. Yani biz bilerek yahut da bilmeyerek insanlarda dahi sevdiğimiz Hakkın kendisidir. Onun için bazıları, bazı arifler çok fevkalade ifade buyurdular efendim “Görülen kendi zatıdır, değil sanma ki gayrullah”. Yani hakikatte de insan hem Hakkı müşahede ediyor hem de onu seviyor, onu seyrediyor.

İnsan ya Sevgi ya da Nefret ile Tatmin Olur

Şimdi bu sevgiyi, biz bunu yok etmeye çalışsak ne olur? Bunu biz yok etmeye çalışırsak bunun yerinde ne olur? Nefret olur. Sevgi ve nefret birbirini tamamlayan iki ana unsurdur ve bunlar, müspetini almadığımız zaman mutlaka insanın kalbini dolduracak olan şey menfisidir; yani nefrettir. Bir insan ya sevimli, sempatik, sempatizandır yahut da nefret dolu, efendime söyleyeyim yüzü asık, kaşları çatık bir zattır. Yani iki şıktan biridir. 
Binaenaleyh insanın bu iki şeyden biriyle tatmin olması kaçınılmazdır. Nasıl siz günlük hayatınızın devamında maddi birtakım taamlara ihtiyacınız var, gıdaya ihtiyacınız var ve bunu almadan hayatınızı devam ettiremiyor iseniz; manen de sevgiyi almadan yaşamanızı ve hayatınızı devam ettirmeniz aynen böyle mümkün değildir. Maddi bir şey mutlaka insan alacak. Onunla tatmin olabilir. 

‘Kızı Kendi Haline Bırakırsan ya Davulcuya Gider ya Zurnacıya’

Onunla maddi hayatını, organizmanın hayatını devam ettirebilmesi için yiyecek, içecek vs. havayı teneffüs edecek. Ruhun da hayatiyetini devam ettirebilmesi için işte sevecek. O sevgiye muhtaçtır. Mutlak surette sevmesi lazım. Ama neyi sevmesi lazım? Doğruyu, gerçeği, güzeli, hayrı, insanların faydasına olanı; zararlı olanı değil. Eğer siz onu kendi haline, kendi başına bırakırsanız bizim güzel bir atasözümüz vardır ‘kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya gider ya zurnacıya’. Ha biz eğer sevgiyi kontrol ve muhakememizin dışına çocukluk çağımızdan itibaren insanımızı bırakırsak; başıboş, kaba, hoyrat bir tarzda onu kendi haline bırakırsak; o zaman fayda beklerken o sevgiden zarar görürüz. Yani sevilecek olan insan sevmez. Tıpkı yine kazanç gibidir; helal yoldan kazanmak var, bir de eğer helal yoldan kazanmıyorsa haram yoldan kazanmak var. O yoldan kazanacak demektir.
Şimdi sevgi de böyle, ya bunun faydalısı var veyahut da zararlısı. O bakımdan insan faydalı olan tarafa doğru yönlendirilmeli, o tarafa doğru sürüklenmeli ki sevdiği şeyden fayda bulabilsin. Onun gelişmesinde, maddi ve manevi hayatının tekâmül veya tekemmül etmesinde şahsiyetinin, karakterinin mükemmel olmasında, erdemli bir insan olmasında faydalı olabilsin. Yani o çok mühim. Bu hususta kısaca söylemek durumunda olduğumuz bu sözler olabilir.

Sevgi, İki Kalbin Birbiriyle Olan Alışverişidir

Hakikaten insan, iradesinin dışında bir şey sever. Yani bir şeye meylettiği zaman, muhabbet ettiği zaman sorsanız “Neden seviyorsun?”, belki kendisi de bunun izahını yapamaz. O bakımdan Freud yanılmıştır, Darwin yanılmıştır. Neden, diyeceksiniz. Emile Durkheim yanılmıştır. Onlar sevgiyi devamlı madde ile izah etmeye çalışırlar. Bir insan faraza annesini niçin sevdiğinin izahını yapamaz, babasını niçin sevdiğinin izahını yapamaz. Ama onlar bunu devamlı surette, maddi bir mekanizmaya bağlamak suretiyle izah etmeye çalışırlar ki bu çok yanlıştır. Yani bir insan birinden istifade hiç etmediği halde onu sever, hiçbir maddi çıkarı yoktur, izahını yapamaz. Niçin seviyorsun? “Ben de bilmiyorum” der. Yani hakikaten sevgi; iradenin üstünde, kalpten kalbe giden bir alışveriştir. İki kalbin birbiriyle olan alışverişidir. 
Şimdi bu alışverişi gelip efendime söyleyeyim tamamen birtakım maddi organizma hadiselerinin tepkisi olarak ortaya koymak kadar saçma bir iddia veyahut da izah olamaz. İşte batı o bakımdan ne sevmesini bilir ne sevilmesini. Hiçbir ölçüsü olmayan bir topluluktur, yani ilim olarak bunu konuşuyorum. Ben senelerce psikoloji dersi verdim. Çünkü meselelerin izah tarzı tamamen yanlıştır. Ayrıca meselenin temeli bu konuda tamamen farklıdır. Şimdi siz batılı bir kafaya “Ruh var mıdır?” diye bir soru sorsanız, “Elbette vardır” der. Peki nedir bu ruh? “Organik hadiselerin, birtakım olaylar karşısındaki tepkisidir” der. Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı. Organik hadiselerin, birtakım olaylar karşısında tepkisi. Yani, organ çatışması oluyor bu bir noktada. 
Kısaca ruhun dahi tanımı çok sakat, yanlış, efendime söyleyeyim yetersiz olması münasebetiyle onun ihtiyacı olan hususların da sevginin, aşkın, ubudiyetin onlar tarafından bilinmesi zor hatta imkansızdır. Onun için dikkat ederseniz Müslüman olan batılılar hep Mevlâna’nın dergahına koşarlar. Çünkü o zaman aşkı kavrarlar, sevgiyi kavrarlar. Hep oraya doğru koşarlar. Demek ki biz şu ana kadar hep kendi kendimizi aldatmışız; adeta bunun faturasını gösterirler birbirine. 
Yani bu bir ruh olayıdır, ruhi bir olaydır.

Çocuğu Hem Mantıklı Hem de Gönül Ehli Yetiştireceğiz

Şimdi çocuk da çocukluk çağında iradesi olmadan mutlak surette bir şeye meyledecektir. Madem bu insandır, Allah'ın yarattığı ve onun derunundan meknuz olan cevheri vardır, bu ruh vardır; sevgiyi istesek de istemesek de ondan onu yok edemeyiz. O halde bunu yönlendirmemiz lazım. İşte terbiye dediğimiz olay da budur. Peki efendim ne olacak? Çocuğa o zaman faydalı sözler söylenecek. Bizim örfümüze, adetimize, geleneğimize, maneviyatımıza, kısaca dinimize ters düşmeyecek lafızlar ile sözler ile çocuğun bir defa akıl dünyasını doldurduğumuz zaman, akılla gönül arasında birtakım alışveriş olur. 
Şimdi akıl başka şeydir, kalp olayı daha başka şeydir. Hislerin, duyguların hâkim olduğu ve de aklın muhakemesi ile yerleştiği mekân kalptir. Aklın hâkim olduğu mekân da düşüncenin, muhakemenin hâkim olduğu mekân da akıldır. Şimdi bu ikisi arasında çok ciddi bir irtibat kurmak lazım. Bu irtibatın düzenli ve devamlı olması da terbiyedir işte. Anlatabildim mi? Tabii bunlar klasik ifade ama fevkalade deruni meseleler olduğu için izahı biraz da zordur. 
Şimdi çocuğa o bakımdan ne yapacağız biz? Hem gönül hem akıl bağlarını çok güçlü yapacağız. Çocuğu hem mantıklı hem de gönül ehli yetiştireceğiz. Onun için çocuklarımıza biz örfünden, adetinden, geleneklerinden, geçmişinden hikâye tariki ile hikâye yoluyla, çok güzel bir şekilde bahisle onları yetiştirmemiz lazım. Bilmem ifade edebiliyor muyum? Bu hikayeleri çocuk yetiştiricisi olan analarımız, annelerimiz çok güzel bilirler. Bizim ninnilerde bu hikayeler bize anlatılmıştır, sizlere anlatılmıştır. Bizlerin şahsiyeti tekemmül ederken bu hikayelerin istesek de istemesek de üzerimizde çok büyük fonksiyonları olmuştur. Biz olayın farkında değiliz. İşte birinci olarak ana kucağında bunun böyle olması faydalı ki çocuğun eğlendiği eğlenceler, eğlence unsurları bunlar da çok dikkate şayan konular. 

Çocuklarımızı Yetiştirirken Aldığımız Oyuncağa, Arkadaşlarına Dikkat Etmeliyiz  

Yani çocuğun, insanlığın veya kendi nefsinin yararına olan faydalı oyuncakları ona vererek onu eğlendirmekte fayda var. Ona bazen bir kovboy stili tabanca vermek, tüfek vermek… Bazen çocuklara getiriyorlar, veriyorlar; çocuk başlıyor bam bam bam bam bam, atış öğrenmeye. Bu şuurun altına istesek de istemesek de yerleşen duygu, bir fikir olarak ileride zuhur eder. Efendim çocuk yani bu silahı öyle… Hayır, öğrenmesin demek istemiyorum. Çocuk, yetişme çağında bir defa öldürmesini öğrenmemesi lazım; yaşatmayı öğrenmesi lazım. Onda silah, bir düşüncenin uyanmasına sebeptir. Silah nedir? Öldürme aracıdır. Silahla kimseyi sen yaşatmazsın. Efendim silah yaşatır; nöbet tutar asker, bir vatanı kollar. Evet, yaşatır. Ama o şuur, daha sonra o çocuğa verilmeli. Bilmem anlatabiliyor muyum? 
İki; bunu dedik, faydalı oyuncaklar. İşte bu oyuncağın faydalı seçilmesi. Faydalı hikayeler dedik. Daha? Faydalı arkadaşlar. Şimdi dikkat ederseniz çocukları biz mahalleye saldığımız zaman akşamleyin eve geldiğinde söylediği sözler, evin sözleri değildir. Kimin sözleridir? Sokaktaki sözlerdir. O halde herkes çocuğunun üzerinde titizlikte durabilmesi zaruridir ki bu zarurilik prensibinden dolayı herkesin çocuğu dikkat ile titizlik ile belli bir noktaya kadar kendini kontrol edebilme mekanizmasını yakalayabilmesi lazımdır. Yani şunu demek istiyorum, sokağa çıkan çocuklarımız eğer sözlerine dikkat eden çocuklarla beraber olursa, onların oluşturacağı kitle de çok mükemmel olur. Artı; çocukların kendi beyninde, kendi arasında yaptığı oyunlarda onlara da yol göstermek lazım, yol gösterici olmak lazım. Yine faydalı, efendime söyleyeyim dediğim gibi değerlerimize ters düşmeyen bir istikamette onları geliştirebilecek şeyler öğretecek. 

Terbiye ile Sevgi Arasındaki Münasebet Çok Sıkıdır

Efendim bunların sevmek ilgisi ne? Sevmek ilgisi çok. Çocuk işte onları sevmeye başlar. O tip hareket tarzını veya konuşma tarzını veya oyun tarzını çocuk sevince, artık sevginin temeli çocukta belirlenmiş olur. Bu temeller üzerine o çocuk, sevgisini bina eder. Yani onun sevgisinde, onun sevdasında artık dürüstlük hâkim olur ve korkma, o çocuk ileride, istikbalde yanlış bir iş yapmaz. Çünkü, kötüyü sevemez. Her zaman faydalı sevmeye alıştığı ve onunla hayatını efendime söyleyeyim yönlendirme mantalitesini yakaladığı için ileride, istikbalde o çocuk yanlış bir şey sevip de kesinlikle yanlış bir iş yapmaz.  O bakımdan terbiye ile sevgi arasındaki münasebet çok sıkı fıkıdır. Bunları birbirinden etle kemik gibi ayırmak zor, belki de imkansızdır, diyebilirim. 

Bizde Allah’tan Bir Cevher Var, Bu Sahibini Arıyor

Az evvel mevzuya girerken hatırlarsanız; bizde bir cevher var ki bu bizden değil bu Allah'tan, Allah'tan bir nefa, Cenab-ı Hak’tan. Şimdi, bu sahibini arıyor. Ondan geldik, ona döneceğiz. Estauzübillah ‘kalû inna lillahi ve inna ileyhi raciun’, ‘Allah'tan geldiniz, ona döneceksiniz’. (Bakara Suresi, 2. Ayet)
Yani biz mutlaka Allah'a döneceğiz. Esasen Allah'a mutlak dönecek olan ruhun, o geldiği hayatı özlemesidir. Çocukta bu çocukluk çağında, çocuğun derununda meknuz olduğu için bu cevher; o şimdi farkında olmadan pek de gönlü ile Allah arasına birtakım perdeler geçmemiş, girmemiştir. Mesela mal sevgisi girmemiştir, çocuk sevgisi girmemiştir, ne bileyim yükselme ihtirası girmemiştir, koltuk sevgisi girmemiştir, para sevgisi girmemiştir; artık siz bunu çoğaltabilirsiniz. Bu sevgiler, Allah'la kul arasında haddizatında birer perdedir. Çocuk, bu sevgilerden mahrum olduğu için masumdur. O şimdi, Rabbi ile kendi arasında bir boşluk var, takılmıyor; ona, buna takılmıyor. Hep ona koşmak istiyor. 
Şimdi dikkat ederseniz çocuğa en küçük bir şey verin, hemen onunla tatmin olur; aradığımı buldum, der gibi. Onunla oynar, gece gündüz devam eder bu oyun oynamasına. Ama asıl onun aradığı gerçek, mutlak hakikat; kendisini yaratan Allah’tır. O bakımdan da devamlı bir koşuş halindedir. Hem ona kalbinden bir koşuş içindedir. Kalbinden o koşuş madde olarak ayaklarını harekete geçirmesine rağmen saatlerce koşar. O koşuş zevki, o koşmanın zevki çocuğu zerre kadar yormaz. Çünkü ona koşuyor. Kime koşuyor? Allah'a koşuyor. İster bilerek koşsun isterse bilmeyerek koşsun; onun yolunda kalbi kirlenmediği için, onun yolunda koştuğu için de o koşma ona zevk verir. Hatırlarsanız çocukluk çağında oynadığınız oyunlardan çok zevk alırsınız. Çünkü ona koşuyor. Gönül ona koştuğu için ondan süzmeler geliyor, muhabbet geliyor, sevda geliyor.  Çocuk bilmeden o oyunla o sevgiyi, o muhabbeti alıyor ve o koşuş devam ediyor. Ne zamana kadar bu koşuş devam eder aslında? Ölene kadar devam eder. Aslında ölürken bile insanın… Biz gerçi ağlıyoruz. Dikkat ederseniz, son nefeste bazı insanlar tebessüm ederek, gülerek Allah'a ısmarladık der gibi… Hatırıma gelse de Yahya Kemal'in o şiiri çok hoşuma gider ‘Artık demir almak günü gelmişse zamandan, meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır bir yol, kalkan ne mendil ne bir kol…’ filan devam ediyor, çıkartamadım. Yani o kalkış öyle bir kalkış ki, öyle bir gidiş ki insan artık bir sonsuza açılır. Sahibine koşuştur bu ve o bir alemi karşısında görüyor; muazzam bir kâinat, muazzam bir alem. Tıpkı civcivin yumurta kabuğuna deyip de bir başka alemi görmesi gibi “Aaa ne muazzam”, başlıyor tebessüm etmeye, gülmeye. Allah o hali bize nasip eylesin ölümümüzde.  İşte, gülmek. Niye? Sahibine kavuşuyor. Yani senelerce yaşadığı bu aleme veda ederken; var mı yok mu, nefsi hep bu çekişme içerisinde. Acaba o var mı, acaba o yok mu? Nefis diyor ona, var mı? 
İmam-ı Gazali bir rivayete göre, nefsi ona 7 sene bu çileyi çektirmiş. Yani haşa; bir güç geliyor ‘o var’, bir güç geliyor ‘o yok’. Nefsi içinde, kalbinde bir çekişme, bir kavga, bir münakaşa; o var, o yok, o var, o yok. “7 sene bununla mücadele ettim” diyor. İşte biz bilerek, bilmeyerek aslında bu mücadeleyi, münakaşayı, bu kavgayı kendi iç bünyemizde, kalp dünyamızda yaşıyoruz. Bilmem ifade edebiliyor muyum? İşte son nefeste “Aaa, vay varmış yahu”, o hakikatte karşı karşıya geliyoruz. Zaten hayatını da inancı istikametinde yönlendirdiği için, Allah da ona mükafatlarını ihsan ediyor o anda “Elhamdülillah, demek hepsi hakikatmiş”. Yani o inandığı gayb, önüne birden hakikat olarak çıkıyor. İşte bu nedenle de insan şeye gidiyor; yani aradığını bulmanın sevincine, huzuruna kavuşuyor. 

Herkes Bir Arayış İçinde

Kısaca demek isteriz ki, herkes bir arayış içerisinde. Bu çocuklarda çok daha açık ve seçik, bariz olarak görülüyor. Ama insan biraz büyüdü mü az evvel ifade etmeye çalıştığım manileri önüne koyuyor, sevdiğinin ne olduğunu bilmiyor veya sevmek istediğinin ne olduğunu bilmiyor da kendi kendini kandırıyor. Rahmetli Necip Fazıl, Allah gani gani rahmet eylesin, ne güzel diyor bir şiirinde “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak. Haykırsam kollarımı makas gibi açarak”. Ne koşuyorsunuz ya diyor, bu caddeden siz aradığınızı bulamazsınız. Bu caddenin sonu çıkmaz. Hak yola girecek; sırat-ı müstakim denilen, işte bu kalbin bulduğu doğru yol. Yani biz kalpten eğer Cenab-ı Hakkın varlık sinyallerini alabiliyorsak, bilelim ki sırat-ı müstakim üzereyiz. Bunu alması lazım her kulun, her insanın. Doya doya ‘Allah’ demesi lazım, ibadet etmesi lazım, ibadetinde huzur alması lazım, huşu içinde olması lazım, zevk içinde olması lazım. 
Niye biz zevk alamıyoruz ibadetimizden, bunu duyamıyoruz? Deme gittiğimiz yollar, yanlış yollar. Bir gün Canab-ı Peygamber Efendimiz böyle bir çalı parçası ile sahabesine çizgiler çiziyor “Bunların hepsi yoldur” diyor. Bir çizgi daha ortadan çiziyor “bu da yoldur” diyor “Bu sırat-ı müstakimdir. Diğerlerinin her birinin başında bir şeytan vardır. Ha bu yollardan giden o şeytanın mekri ile istikametini kaybeder”.  
Evet, inşallah o sırat-ı müstakimi, doğru yolu buluruz ve Hakka vasıl oluruz inşallah. Arayışımız mülkün sahibi, sahibimiz olan Allah'tır. Zatını nasip eylesin, sıfat-ı barisini lütfeylesin, diyelim. 

İbadet, Bizi Allah’a Taşıyan Binektir

Tabii işte o koşuş ne ile olur? İbadetle olur. Yani, bizi Allah'a taşıyan binektir ibadet. Onun için bak ariflerden biri ne kadar güzel söylemiş ‘Bir tecelli olsa kalbe ihtiyar elden gider. Sayha vurur aşıkların dil hanesi, namusu ar elden gider’. Yani insanın kalbine Allah tecelli etse, insan bir ‘Allah’ der ki o dağda imiş, bayırda imiş, toplumda imiş, kahvede imiş hiç bunun hesabını yapmaz. O zevki maneviden ‘Allah’ der de namusu, arı elden gider. Yani demez ki, ya bana şunlar şunu şunu diyecekler diye. 
Kısaca şunu demek istiyorum; ibadet, işte o sırat-ı müstakim de bizi taşıyan nedir? Binektir. İbadet bir ilimdir, doğru.     

Esasen Benim de Sevdam Gençlere

Şimdi esasen benim de sevdam gençlere; yani bunu bilsinler, laf olsun diye söylemiyorum. Allah sadece bizim insanımızın, milletimizin gençliğine değil bütün gençliğe kendi aşkını lütfeylesin. 
Hz. İsa bir gün, bir delikanlıyı görür bir şehirde. Delikanlı yaklaşır, der ki “Ya İsa, bana dua et de Allah'ın sevdiği, razı olduğu bir kul olayım”. Hz. İsa da “Allah sana sevgisinden, muhabbetinden ihsan eylesin” buyuruyor duasında. Aradan bir müddet zaman geçiyor. Aynı yere Hz. İsa gelir, vaktiyle karşılaştığı bu delikanlıyı arar, nerededir sorar. Derler o delikanlı şimdi filan dağda, daha şehre de inmiyor. “O benim arkadaşım, dostumdu” diyor “onu bulmam lazım”. Neyse bir delil alır yol gösteren, denilen yere gider. Bakar ki delikanlı genç oturmuş tefekkür halinde, murakabe halinde bir tepenin, dağın üzerinde derin bir murakabede, gitmiş başka alemlere. Esasen buraya gelmeden şunu ifade edeyim; insan madde ile her ne kadar arzda yürüyorsa, toprak üzerinde yürüyorsa da aslında gönlünde çok değişik yerlere gider ve olduğu yerden değil de belki ruhen gezdiği yerlerden zevk alır. O bakımdan bazı insanlar için olduğu mekanlar da mühim değildir. Bilmem anlatabiliyor muyum? O genç de işte öyle bir mekânda, dağın tepesinde bir alemde. Hz. İsa nida ediyor “Hey genç”, gençte ses yok. İkinci bir defa “Hey genç”, 3 defa… Hz. Cebrail gelir “Dokunma ona” diyor.” Neden?” diyor. “Ona şimdi” diyor “senin duan nedeniyle Cenab-ı Hak, sevdasından bir zerre ihsan eyledi kalbine. O şimdi o sevda ile meşgul. Hiçbir şey düşünemiyor ki. Şu anda onu sen testere ile ikiye bölsen, bunu dahi duymaz”. Allah Allah…  
Şimdi efendim, yahu Allah aşkının ne kıymeti var? Oğlum Mevlana'ya demişler “Aşkı tarif eder misin?” de demiş ki “Ben ol da bilesin”. Değil mi? O aşkın çok kıymeti var. 

Asıl Sevda Allah Sevdası, Onu Yansıtan Gönül Sevdasıdır

İki; şimdi gelelim bir insanda Hak sevgisi hâkim olursa… Hz. Yusuf Aleyhisselam, malum Züleyha aşık olmuş ona. Etrafı da gülüyor, diyor ki “Yahu sen sarayın ileride insanlarındansın, filancının hanımısın, büyük bir yerin var. Nasıl olur da bir esiri sevebilirsin? Yakışır mı bu sana?”. “Ahh” diyor “bir bilseniz”. Tabii kadıncağız halini anlatıyor, kimse anlamıyor. Bir gün arkadaşlarını, saray erkanının hanımlarını davet ediyor; onlara işte çay idi, pasta idi her neyse ikram esnasında Yusuf Aleyhisselam’ın bir tepsi ile içeri girmesini emrediyor. O esnada kadınlar ellerinde elma, bıçakla soyuyorlar. İçeri girer girmez Hz. Yusuf, güneş gibi parlıyor mübarek. Biliyorsunuz her peygamberin bir mucizesi vardır. Hz. Yusuf'un mucizesi de güzelliğidir. Allah şefaatinden ayırmasın. Kadınlar o güzel cemali görünce aman yarabbi kendi iradeleri ellerinden gidiyor, bir anda düşüncelerini kaybediyorlar; elinde soymakta oldukları elmanın yerine ellerini kesiyorlar ve fakat farkında değiller. Hz. Ayşe validemiz buyuruyor ki “Mısır diyarının kenan illerinin kadınları, Yusuf'u görüp parmaklarını kesen o kadınlar eğer Allah sevgilisi Muhammed Aleyhisselam'ı görselerdi kalplerini paramparça ederlerdi”. Şimdi sen düşün Rasulullah'ın güzelliğini. Onda ne güzel bir cemal var. Allah nasip etsin hepimize. 
Şimdi, evliyanın güzelliği de peygamberdendir ha yanlış anlama. Bakıyorsun, ayna gibi mübarekler. Allah himmetlerinden mahrum eylemesin. Asıl sevda bu. Şimdi bizimkiler, rahmetli üstadın dediği gibi eşek aşkı, buna eşek sevgisi diyorlar. Bu sevda mı ya? Sevda; Allah sevdasıdır, onu yansıtan gönül sevdasıdır. Bilmem ifade edebiliyor muyum? 

Kalp Evimizi Sevgi ile Doldurup Stok Yapacağız

Şimdi şunu arz etmek istiyorum, yani burada benim acizane gençliğe tavsiye edeceğim husus işte böyle dost bulmak, böyle arkadaş bulmak. Öyle insanla arkadaş olmaları gerekir ki o insandan bu iletişim ile kalp iletişimi ile bu sevdayı alsınlar, bu sevgiyi alsınlar. Şimdi hepimizin dilinde ya ‘birbirimizi sevelim’. Tamam sevelim, kim diyor sevmeyelim. Herkesi sev. Şimdi kardeşim, suyun akması için çeşmede su olması lazım. Bir boruda su varsa, açtığın zaman musluğu su akar değil mi? Sevelim; biz boru gibiyiz, biz de bir şey akmıyor ki kardeşim. Sevda her insanın kalbinden akar, gözünden, kulağından, elinden, ayağından… Sevgi bu kalpte olursa her şeyimizden sevgi akar, muhabbet akar. E bu yok bizde. O halde bu lafla olmaz. Bunu bir defa ne yapacağız? Bu kalp evimizi sevgiyle dolduracağız, orasını güzel bir stok ambar yapacağız. Her şeyin stoğu haram ama sevdanın haram değil. Değil mi efendim? Niye? Stokçuluk olursa, karaborsa oluyor. Sevdada karaborsa olursa, bu haram değil; yani onu kalbine stok edeceksin. Zaten Allah'ın sevdiği de o. Cenab-ı Hak… Çünkü sen o kalpte, o sevgiyi ikmal ettiğin müddet içerisinde; sende Allah'a koşma hızı fazlalaşıyor. İşte gençliğe evvela bunu tavsiye ederim. 

Gençliğimizin Faydalı Tutkulara Sahip Olmalarını İstiyorum  

İki; gençliğimiz kabul etsek de etmesek de birtakım tutkular peşindedir. Faydalı tutkulara sahip olmalarını istiyorum. Artı, faydalı bir çevre; zararlı bir çevrede olmayacaklar. Faydalı bir çevre ve de faydalı bir müzik, faydalı eğlenceler. Yani çocuk, şimdi delikanlılık çağında olan bir delikanlıya ‘onu yapma’ olmaz, ‘bunu yapma’ o da olmaz. Oynayacak, atlayacak, zıplayacak, söyleyecek; şarkı da söyleyecek, türkü de söyleyecek. Ama bunların lafızlarının faydalı olanlarını seçecek. 

Benim Evimde Musikisiz Hiçbir An Yoktur

Şimdi ben onun için, şahsen benim evimde musikisiz hiçbir an yoktur. Ama musiki ilahiler olarak seçtim. Şimdi çocuklar bayılıyorlar. Genç delikanlı. Evli oğlum da var, yüksek tahsile devam ediyor bir tane, ikisi de öyle. E bunlar devamlı ilahileri mırıldanıyorlar gayet güzel. Klasik musikiye adaptasyon olan ilahileri mırıldanıyorlar bunlar. Efendim şarkı da söylüyorlarsa bakıyorum hep o tonda, o ritimde olan efendime söyleyeyim klasik musiki tercih ediyorlar. Bu bugünkü, ne musikisi diyorlar buna pek hatırıma gelmiyor, yani dat da da dat musukisi;  buna pek iltifat etmiyor. Şimdi benim çocuklarım farklı yaratılmış değil ki, hepsinin yaradılışı aynı. Ama farklı bir ortam içerisinde olmaları münasebetiyle, farklı bir zevke kendilerini müptela ettiler ve o musiki de onları muhabbete yöneltiyor, sevgiye ve dolu bakıyorlar hayata. Hayata dolu bakıyorlar, hayattan ümitlerini kesmiyorlar, yeis içinde değiller. Bu bir misal efendim. Kısaca, biz çocuklara da musiki vereceğiz ama faydalısını. 

Sporun Çocukların Sevgilerini Kontrol ve Murakabede Faydası Vardır

Haa, spor. Sporu da vereceğiz. Karadeniz'de olup da sen şimdi sporla uğraşmayan… E biz hamsi alıyoruz kardeşim. Hamsinin karakteri bize de yansıyor. O hareketli değil mi? O halde ne yapmamız lazım? Gençliği faydalı, güzel şeylere yönlendirmemiz lazım; faydalı spora yönlendirmemiz lazım. Ben bizim küçük delikanlı futbol oynuyor, baktım çok da güzel oynuyor. E buna mani olmak mümkün değil. Olmak istesen; sen bu taraftan tutarsın, o diğer taraftan kaçar. Bu çıkar yol değil. Gittim bari dedim iyi bir takıma koyalım onu, faydalı. Benim maksadım iyi futbol oynasın değil; ahlakını tekemmül ettirecek, tamamlayacak bir ortam içerisinde bulunsun dedim. Gittim, baktım hakikaten girdiği kulüp de çok fevkalade mütedeyyin ahlaklı, faziletli arkadaşlar, tertemiz insanlar; sonra çok sevdim onları. Arkadaşları hep İmam Hatip Mektebi'nden, çok dolu dolu çocuklar. “Ha” dedim “sen burada devam edebilirsin, zira ahlakın bozulmaz”. 
Kısaca şunu demek istiyorum; sporda da işi faydalı yönde geliştirmemiz, bu istikamette onlara tavsiyelerde bulunmamız, bu istikamette onları yönlendirmemiz lazım. Kısaca yani sporda bile sevgilerini kontrol ve murakabede çocuklara faydası olduğunu kabul ettirmemiz lazım. 

İstesek de İstemesek de Arkadaşımız Olan İnsanların Karakterlerini, Sıfatlarını Yansıtırız

Bunun ehemmiyeti şundan efendim; biz istesek de istemesek de dostumuz olan, arkadaşımız olan, çevremiz olan insanların karakterlerini, sıfatlarını yansıtıyoruz, onlara sahip oluyoruz. Bir zaman, iki zaman neyse belli bir zaman sonra istesek de istemesek de onları yansıtıyoruz; üzüm üzüme baka baka kararır ifadesinde olduğu gibi. 
Şimdi arifin bir tanesi hamama gitmiş, bakmış ki padişah almış kil toprağı, başını böyle yıkıyor. Arif sormuş toprağa “Ey toprak, yav senin yerin toprak olmasına rağmen arkadaşın toprak arz nasıl geldin de hükümdarın başına çıktın sen ya?”. O da demiş ki lisanı haliyle “Aman efendim, ben bir zamanlar gül ağacının altında idim. Gülün yaprakları üzerime düştü, kokusu bana sirayet etti. Bir gün hükümdar buradan geçiyordu, baktı ki bu toprak güzel kokuyor, sandı ki gül benim kokumdur. Şimdi aldığı o kokudan dolayı beni başına sürüyor. Benim koku, bu koku değil; bu, gülün kokusudur”. Şimdi biz istesek de istemesek de toprak misali bazen gül kokusu taşırız, bazen kahve kokusu taşırız. Gül gibi insanlarla beraber oturup kalkarsan ahlaken fazilet, iffet, haya, namus sahibi insanlarla olursak onların kokusunu taşırız. Hayır değil bunun zıttı olursa, onların davrandığı gibi davranırsın. Onun için gençliğe ben özellikle bu arkadaş konusunda faydalı ve de hakikaten yolu hem millete, memlekete, bütün insanlığa faydalı olan insanların yolu olan yolu tavsiye ediyorum. Bu konuda da ancak bunu diyebilirim. 

Allah'ı Seveni Sevmek, Allah’ı Sevmektir

Allah'ı seveni sevmek, Allah’ı sevmektir. Zira bakınız Hz. Musa'ya Cenab-ı Hak turda soruyor “Ya Musa, benim için hangi ameli yaptın?”, yani hangi ibadeti benim için yaptın? “Yarabbi, senin için namaz kıldım”. “Ya Musa, bu senin mümin olduğuna delildir”. “Yarabbi senin için ben oruç tuttum”. “Ya Musa, nefsini temizledin. Oruçla insan nefsini tezkiye eder, temizler”. “Yarabbi senin için ben zekat verdim”. “Ya Musa, malını temizledin”. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Hz. Musa'ya “Ya Musa, benim için beni seven bir kulumu sevdin mi? Bana buğz eden kuluma buğz ettin mi?”. “Anladım ki” diyor “Allah için yapılan ibadet; Allah'ı seveni sevmek, sevmeyeni de buğz etmektir”. Elbette şimdi seveni sevdiğin zaman az evvel söylediğimiz gibi onun ahlakına bürünüyorsun, onun huyundan oluyorsun, onun rengi ile renkleniyorsun. Değil mi? Binaenaleyh onun kalbinde taşıdığı duygu, düşünce aynen yansıyor. 
Şimdi, nefsimizin birtakım kendine mahsus iddiaları vardır; birtakım kendine mahsus huyları vardır, tabiatı vardır. Bunlar o sevgi, o muhabbet kanalıyla yok olur.  Arifler bunu şuna benzetirler; şimdi aşkı bir ateşe benzetirler. “Aşk, ateştir” derler. Nefisse tıpkı bir siyah kömür gibidir. Eğer o ateşte nefis kömürü yanarsa, ateşin rengine bürünür. Şimdi hakikaten yanan bir sobanın içerisine siz zahirde kömür atsanız baktığınız zaman görürsünüz ki kömür de ateş olmuştur, rengi kızarmıştır. Değil mi efendim? İnsan da böyledir. İnsan, o sevgiyle birtakım huylara, birtakım duygulara, düşüncelere, tavırlara sahip olur; dört başı mamur, kamil bir insan olur diyebiliriz, diyoruz. 

“Allah, Sevdiği Kuluna Bela İsabet Ettirir”

Hemen şunu ifade edeyim ki bela evliyanın alametidir, işaretidir. Zira Cenab-ı Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde ‘Belanın büyüğü peygamberlere, daha sonra salihleredir’ buyuruyor; salih ve salihalara, yani veli ve veliyelere. Büyük belalar kime gelirmiş? Peygamberlere. Ondan sonra? Allah'ın sevdiği veli ve veliyelere gelir; kadın ve erkek velilere. 
Bu neden böyledir? İsterseniz buna geçmeden bu hususta birkaç tane daha örnek vereyim. Mesela Hz. Yusuf Aleyhisselam, Allah'ın sevdiği, seçtiği bir nevidir. Bak gidiyor, ala rivayet; bir rivayete göre 7, bir rivayete göre 9 sene zindanda kalıyor, Mısır’da. Artı, çocukluğundan itibaren kardeşleri getiriyorlar onu gezmeye dağa, ormana kuyuya atıyorlar. Çile, meşakkat aman yarabbi. Babası Hz. Yakup Aleyhisselam gözünü kaybediyor. Hz. Yusuf'un hırkasının kokusundan “Yusuf'umun hırkası bu” diyor, değil mi? Gözlerine sürüyor, açıyor; gözlerini Allah açıyor o zaman. Aradan o kadar zaman geçiyor, değil mi? Daha? Hz. Eyüp Aleyhisselam, hayatına bakın. Tamamen hastalıkla geçmiştir. 
Şimdi tabii bunların çeşitli cilveleri, hikmetleri ve sebepleri var. Yani Cenab-ı Hakkın neden, niçin verdiğini biz böyle madde madde yazmaya kalksak, bin madde halinde izah etsek belki de Allah'ın hikmetinin binde birini izah edemeyiz. Ama şimdi bizim bildiklerimiz, zahirde anladıklarımızı ifa etmeye çalışıyoruz.  Hatta öyle şey olurmuş ki Hz. Eyüp Aleyhisselam o vücudunda çıkan yaralarda, affedersiniz kurtlar zuhur etmiş, kurtlar; o kadar büyük acı, ıstırap. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in hayatına baktığımız zaman aynısını görüyoruz. Doğmadan baba yok; doğuyor, kısa bir zaman sonra anne yok. Ondan sonra… Yani bir aile ocağında onu kucaklayacak biri yok. Adeta efendime söyleyeyim yani öyle bir yetim ki… Dede, bir zaman sonra Allah'ın o da rahmetine kavuşuyor. Amca belli bir zamana kadar büyütüyor. Kısaca şunu anlatmak istiyorum, öyle bir yokluk içinde büyümüş ki hayatı ondan sonra da çile ve meşakkat içinde. 
Şimdi bu çok… Zaten Cenab-ı Peygamber Efendimiz Kale Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem 
“Allah, sevdiği kuluna bela isabet ettirir, bela verir”. Hatta bir gün Fahri Alem Efendimiz’e biri gelir “Ben, Allah'ı seviyorum”. “Öyleyse belaya hazırlan” diyor. Yani seviyorum iddiası; bu biraz tabii şey işi… Dener Canab-ı Hak kulunu, bakalım seviyor mu sevmiyor mu? Niye? “Ben Allah'ı seviyorum” öyle bir iddia ki… Hepsini terk ettin; karı sevgisi yok, çocuk sevgisi yok. Var da, yani birinci sevgi. Mal sevgisi yok, hiçbir sevgi yok; ben Allah'ı seviyorum. Bunu demen çok büyük bir olay. Nasıl seviyorsun? İşte deniyor Cenab-ı Hak kulunu. Sana söyletiyor bakalım seviyor musun sevmiyor musun? Birincisi deneme, kullarını dener. Yani musibet, bela; sevene hem derecesini yükseltmek bu yolda hem de onları denemektir. Mutlaka bela gelir, yani sevene.

Allah, Bela ve Musibetle Sevdiği Kulunu Gizler

İki;  Allah, sevdiği kulunu herkesten sakınır. Hani bir türkü vardır ‘Sakınırım onu ben, sakınırım onu ben; gözümden, gönlümden’ böyle bir şey vardır. Yani Allah öyle sever kulunu ki herkesten sakındırır onu. Adeta bela ile o kulunu gizler. Bilmem anlatabiliyor muyum? Şimdi sen de bakarsın uzaktan, bunu Allah sevseydi… Baksana karısı hasta, kendisi hasta, bilmem işinde bir şey yok. Onun için, evliyanın da işaretleri vardır; sevgi. Allah'ın sevdiği kula da ‘veli’ denir, ‘hülya’ denir. 
O geldi hatırıma. Nedir bu? Beladır, musibettir. Musibetler üç kısma ayrılır. Bir; mal yönünden gelir, maldır. İki…  Birincisi, dedikodudur; dedikodu, bir.  Şimdi Cenab-ı Peygamber Efendimiz’in devr-i saadetlerine bakın, enteresandır. Kendi öz amcası, aleyhinde konuşuyor. Şöyle ki, bizim yazdığımız o ‘Rahmeten Lil Alemin’de çok detaylı izah ettim onu. Giriyor, şimdi o panayırlarda biliyorsunuz Mekke'nin yakında Mina vardı. Mina hala vardır, şeytanın taşlandığı yer. Sevgili Peygamberimiz orada kuruluyor panayır, gidiyor tabii oraya. Allah'tan aldığı vahiyi tebliğ edecek. Tam ikna edecek bir insanı, Şamlı, Medineli veya Mekkeli bir insanı ikna edecek veya ediyor, Rasulullah onu ikna ediyor, ayrılıyor; geliyor Ebu Leheb amcası arkasından “Sakın onun dediğine bakma. Bu benim yeğenimdir. Bu atıyor. Kafasında öyle bir şey var”. Şimdi bak; kendi yakınından en büyük şeyi görüyor. 
Kısaca bela ve musibetle Cenab-ı Hak onu ne yapıyor? Setrediyor, gizliyor. Dedikoduyla amcası, Resulullah'a hücum ediyor. Neler neler… Arifin de arkasından çok dedikodu yapılır. Hatta en büyük işareti de, yani insanı kamilin en büyük işareti; aleyhinde çok konuşulmasıdır.  Bilin ki bir insanı kamilin aleyhinde konuşuluyorsa, onun çok büyük velayetine işaret ve de alamettir bu. Bu benim ölçüm değil; bu, gerçek tasavvufun ölçüsüdür. Allah işte o dedikoduyla onu gizler.  Yoksa onu bırakır mı nas? Neden bırakmaz? Şimdi düşün ki günde 300 bin lira kazanmak için sabahın bilmem saatin şu köründe kalkıp dükkanına giden adam, ebedi hayatı bir insanın vasıtasıyla kazanacağını bilse onu bırakır mı? Bilmem anlatabiliyor muyum? Yani Cenab-ı Hak onu setreder. Burada iradeye çok büyük fonksiyon düşüyor. İrade görecek, nedir bu diye; ‘seçme’ dediğimiz şey. 
musibet şart; Allah'ın onu gizlemesi bakımından. Artı, onun nefsi bakımından da şart.

Allah Sevdasının Olduğu Yerde İkilik ve ‘Ben’ Davası Olmaz

Şöyle ki; şimdi bir insan, Allah sevdasını talep ettiği zaman, Allah'ın sevdasının olduğu yerde ikilik olmaz. ‘Ben’ diye bir dava olmaz. Yani, ene olmaz. O ‘ben’in ortadan kalkması ne ile olur? Şimdi, çok affedersiniz bir ağacı yerinden… Ağacın bir yerde olmaması, onun yerinde başka şeyin olması için ağacın kopması gerekmez mi? Yani severek mi kopartacaksın oradan? Baltayı vuracaksın ona, acıtacaksın; kökünden söküp atacaksın değil mi? Rıza ile keseceksin. Şimdi, benliğin yok olması lazım. Benlik de bela ile yok olur ki o kalbe her zaman Allah tecelli etsin, ‘Allah, Allah’ desin. O, uyur Allah'la beraber olur, uyanır Allah'la beraber olur; yani, her halinde Allah'la beraberdir. Yani, o hale kavuşana kadar mutlak surette belanın yağmur gibi ona yağması lazım; yağar yağmur.  Tasavvuf tarihine bak, peygamberler tarihine bak; hep bela bunlara musibet. Nerede o zaman bir şey varsa, musibet ve belaya isabet olunmuş insan varsa; bu anlamda bizim dostumuzdur, gönlümüzün sultanıdır, diyoruz. Bilmiyorum daha fazla gerekir mi bu konuda konuşmak? 

İnsanın Her Şeyi Allah İçin Sevmesi Lazım   

Şimdi tabii her şeyi insanın, Allah için sevmesi lazım. Yani rahmetli Akif'in güzel bir şiiri var, orada -güzel bir şiiri demişim, İstiklal Marşı bu- ‘Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli’, yani ‘vatanı biz seviyoruz’ diye. Çünkü, günde beş vakit ezanın okunduğu bir toprak üzerindeyiz. Ezan-ı Muhammediye’nin kulaklarımıza nağmeler söylediği bir vatan üzerindeyiz.  O bakımdan, o vatan mukaddes, dini orada yaşıyoruz. Biz o mukaddes olan yerde dini yaşadığımız için de Allah'a yürüyoruz. Onun için seveceğiz. “Hubbül vatan minel iman.” Vatan sevgisi o bakımdan ibadet. 
Şimdi ana, baba bizi dünyaya getirmemiş olsa; biz, Allah'ı tanımayacaktık. Onun için onları seveceğiz. Çoluk, çocuk, servet; bunları Allah yolunda yönlendirirsek ibadet etmiş oluyoruz. Onun için seveceğiz. Yani kısaca merkez, Cenab-ı Hak olacak. Ona varabilmek için, hep beraber gideceğiz. O zaman her şey mükemmel ve de yerinde olur. 

Toplumu Meydana Getiren Fertlerin Gönüllerinde Allah Sevgisi Varsa O Toplumda Sevgi Hâkim Olur

Şimdi esasen her şey ona bağlı. İnsanın gönlünde Allah'ın sevgisi, sevdası hâkim olunca siz düşünün ki bütün bireylerde Hak sevgisi hakimdir. Yani, toplumu meydana getiren fertlerin gönüllerinde Allah sevgisi vardır. Onları siz maddi kalıbını çıkardığınız zaman, yani ruhları böyle müşahhas hale getir; hepsi sevgiden ibaret olur, yani o toplumda sevgi hâkim olur. Onun için biz geçmişte bu toplumları hikaye değil, yaşadık; kurduk bu toplumları. O bakımdan biz mazimizle övünüyoruz. O bakımdan bizim geçmişimizde hırsızlık, bir mahallede kesinlikle bir yıl geçerdi hatta yıllar geçerdi olmazdı, vilayetlerde olmazdı. Osmanlı tarihini okuyun, Selçuklu tarihini okuyun; hepsi arşivlerde her şeyiyle beraber ortada. Onun için olmazdı. 

Sevmenin İspatı Sevilenin Söylediklerini Yapmandır

Allah’ı Sevmenin Birinci Alameti İbadettir

Güzel, tabii şimdi ‘seviyorum’ demek bir iddia. İspatı ne oluyor? Sevilenin sana söylediklerini yapmandır. Ne söylüyor? ‘Beni çok zikret’, onu zikredeceksin. Eğer bir kul, Cenab-ı Hakkı çok zikrediyor, o kul da kullukta ısrar ediyorsa bil ki o kul, Allah'ı seviyor ama bu 10 derece, 20 derece, 100 neyse; kısaca, seviyor demektir. Namazını kılıyor; bil ki o kul Allah'ı seviyor, Allah da onu seviyor. Zaten bu karşılıklıdır. Sen ne kadar Allah'ını seversen, bilesin ki Allah o sevdiğinden en az 10 kat daha fazla seni seviyor, öyledir. Allah çok merhametli; kullarına merhamet ediyor. Evet, birincisi ibadet, zikir.

Allah’ı Seveni Sevmek, Onlar Gibi Olmaya Çalışmak, Allah’ı Sevmenin Alametidir

İkincisi; Allah'ı seveni sevmek. Az evvel de onu ifade etmeye çalıştık; yani, Allah'ı seven insanla dost olmak. Kim Allah'ı seviyordu? Muttakiler. Kur'an'da geçiyor, hadis-i şeriflerde beyan ediliyor. Yani o Muttakiler öyle insanlar ki Allah'ın ‘yapmayınız’ dediklerini sadece yapma-yapmama durumunda değil, şüpheli olan şeylerden de kaçar onlar. Biz, çok enteresan bir tecellidir; okuduğumuz, gördüğümüze göre bu insanlar kalbinden dahi günah işlemezler. İşte Muttaki insan bu. Yani biz insanların yaptığı işlerden mesul olduğunu biliriz değil mi? Ama onlar kalbinden geçenden de kendi kendini mesul tutarlar. İşte bu insanları sevmek, onlar gibi olmaya çalışmak, onlarla beraber olmak; bu da bir işarettir, alamettir. 

Allah’ın Resulünü, İnsanı Kamilleri, Alimleri Sevmek İbadettir 

Daha? Allah'ın emirlerine itaat etmek, nehiylerinden kaçmak. Cenab-ı Hak itaat emrediyor ‘itaat ediniz’ diyor,  ‘bana itaat edin’ diyor. Peki Allah'a itaat etmenin ölçüsü ne? Resulüne de itaat. Daha? Allah için efendime söyleyeyim ulemayı sevmek de itaattir, alimlerini.  Allah'ın sevdiği insanı kamilleri sevmek de itaattir. Daha? Adaleti ile emreden, hükmeden amirleri sevmek de ibadettir veyahut da alamettir. Kısaca bunları diyebiliriz efendim. Daha çok var da bu kadar kafi. 
Allah'a emanet olun efendim. 
 

Bu sohbeti video olarak izlemek için play butonuna basınız



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir