Sevr benzeri kuşatma
Ülkemizin siyasi, hukuki, kültürel, sınai ve siyasete bağlı olarak daha da içinden çıkılması zor bir krize dönüşen ekonomik sorunları hepimizce bilinmektedir.
Bu meselelerimizin hemen hepsi, çok defa misalleriyle izah ettiğimiz gibi dış kaynaklıdır. Zira, yeni bir dünya keşfedercesine yeni bir dünya düzeninden söz edildiği günümüzde Türkiye, bu düzenin ve denge arayışları çerçevesinde uluslararası emperyalist güçlerin menfaat ve nüfus çatışmalarında odaktır.
Ülkemiz ekonomik çıkar çatışmalarının, ideolojik çatışmaların ve Hilal-Haç savaşından doğan dinler mücadelesinin belirleyicisi olmuştur.
SSCB'nin yıkılmasından sonra Doğu Akdeniz'den Hazar Denizi'ne kadar uzanan ABD, Avrupa ve Rusya'nın üzerinde büyük hesapları olan Türkî Cumhuriyetlere karşı bulunduğumuz noktada bir tamponuz.
Tarih boyunca onlara aynı milletten, aynı dinden bir baş olan bizleri, bugünkü dağınık hallerinden toparlayacak tek güç olarak gören Türkî halkları, Batı, uyguladığı misyonerlikle bağlantılı etnik, kültürel ve ekonomik taktiklerle Türkiye'den uzaklaştırmanın gayretindedir.
Onlara bu yolla yaklaşırken, bize de "Sizi AB'ye alacağız" yalanını söyleyerek hem Avrupa kimliğinin içinde kontrol ve asimile etmeyi, hem de Türkî Cumhuriyetlere baş olabilme yeteneğine ve kudretine sahip ülkemizin bölgesel bir güç olmasını engellemeyi planlamaktadır.
Üzerimizde oynanan projelerin bir yönü budur.
Dine dayalı bir çok ideolojinin kesiştiği nokta da yine ülkemizdir.
Büyük Ermenistan hayalinde Kuzeydoğumuzda Ermenistan; Türk dünyasına lider olduktan sonra sıcak denizlere inme hayalleri kuran Rusya; ucu Kıbrıs'a kadar uzanan Megalo İdea'sından asla vazgeçmeyen Yunanistan'ın Enosis ideali; Arz-ı Mevud'u gerçekleştirmek için her yolu deneyen İsrail; basit su meseleleri yüzünden teröre bile destek vermekten çekinmeyen Suriye ve Irak; komşumuz görünen, esasen en büyük düşmanımız olan ülkelerdir.
Bunlara, gerçekleştiremedikleri Sevr'i tekrar uygulatmaya uğraşan Batı'yı da eklersek, bize bizden başka dostun olmadığı iyece anlaşılacaktır.
Türkiye'nin içinde ve komşu sınırında Kürt meselesini, Güneydoğumuzda yaşayan Kürt vatandaşlarımızın müstakil devlet diye bir sorunu olmamasına rağmen, devamlı gündemde tutan ABD ve İngiltere'nin tavrı bu gayeleri uğrunadır.
AB'ne adaylık çerçevesinde Kıbrıs'ın Ege'nin, Güneydoğu'nun üyelik şartımız için halledilmesi gereken öncelikli meseleler olarak önümüze konması da bu sebeptendir.
Her yandan kuşatılmış Türkiye'nin bugün geldiği nokta, asırlardır yürütülen kültürel, sosyal, etnik faaliyetlerin bir neticesidir.
Aynı taktiklerin Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışında ve Kurtuluş Savaşımız esnasında da farklı adlar altında, farklı kişilerce ama aynı çevrelerce hayata geçirilmeye çalışıldığı bilinen gerçeklerdir.
Osmanlı'da Tanzimat sonrası başlayan Batı hayranlığı ve özentisi yüzyıllarca devleti tutan Türk-İslam medeniyetini kısa bir sürede ayaklar altına almıştır. İlerlemeyi ve medeniliği Batıda arayan bir nesil oluşturulmuş, Batı hayranı aydın geçinen kesimin de pompalamasıyla bir çeşit asimilasyon politikası uygulanmıştır. Bu, bir devletin kültürel çöküşüdür.
Maliyenin borca ihtiyacı yokken, adeta kandırılarak verilen ve sonra Düyun-u Umumiye adıyla borç veren ülkelerin Osmanlı maliyesini ele geçirmelerini sağlayan kurumun, devlet yönetiminde hayata geçirilmesi de iktisadi çöküşün göstergesiydi.
Siyasi sahada, dinî sahada vs. topyekün her alanda dejenere edilmiş değerler, Batıyı örnek alma hastalığı Osmanlının aslında savaşsız ele geçirilişiydi.
Eğer Kurtuluş Savaşımızı başaramasaydık bugün Sevr'de paylaşılan topraklarımız üzerinde sömürgeci devletlerin hakimiyeti olacaktı.
İstiklal Savaşımızın başlangıcında da ülkeyi tıpkı daha önce yaptıkları gibi, içten çökertme planlarına devam eden Batı, halkı etkilemek maksadıyla çeşitli dernekler, cemiyetler, fırkalar kurmuştu. Amerikan mandacılığına, İngiliz himayesine razı etmek isteyen kendi içimizden yandaşları olan cemiyetlerdi bunlar. Anlattıklarımız 1919 ve öncesinde Türk milletinin içinde bulunduğu emperyalist şartlardır.
Farklı isimlerle açılan çeşitli sivil toplum örgütleri bugün de aynı gaye için faaliyettedirler. Sivil-asker,
Türk-Kürt gibi ayrımlarla ülke bölünmek istenmektedir.
M. Kemal Atatürk'ün Gençliğe Hitabesinde "gaflet, dalalet, hatta hıyanet içinde" diye anlattığı bir kesim de vatandaşlarımız arasında mevcuttur.
Dış odaklar bunlar aracılığıyla siyasi ve kültürel baskı uygulayarak ülke gidişatına müdahale edilebilmektedir. Basını da kullanarak suni gündemlerle, halka istediklerini telkin etmekte, ülke yönetimine yön verebilmektedirler.
Şartlarımız, tarihteki acı tecrübelerimizle o kadar benzemektedir ki, o zaman Düyun-u Umumiye'sini aratmayacak bir IMF heyetimiz de bulunmaktadır. Belli aralıklarla gelip borç verdikleri krediler karşılığı istedikleri tavizlerin yerine getirilmesini kontrol eden, ekonomi yönetimimizi dolaylı yollardan zaten ellerinde tutan bu heyetle, geri planında ABD siyasi taleplere de başlamıştır. Bir adım ilerisi ödeyemediğimiz borç kredilerin karşılığı topak talebidir.
Batı hayranlığı ve ilerlemenin kaynağını Batı ile bütünleşmede gören Tanzimat sonrası zihniyet te, bugün daha da artan bir hevesle AB'ne girme gayretindedir. Bu birliğin bizi alır gibi görünme sebeplerini yukarıda izah etmiştik. Üyelik hevesimiz uğruna daha adaylık aşamasında vazgeçmemiz gerekenler ise çok fazladır.
Ege'yi, Kıbrıs'ı, Güneydoğu'yu gözden çıkarmamız şart olduğu gibi, itirazsız bir teslimiyetle hukuki, siyasi her sahada bağımsızlığımızdan, toprak bütünlüğümüzden tavizler istenmekte egemenliğimizin devrinden söz edilmektedir.
Görüldüğü gibi 1919'un sinsi bir işgal altında başlayan Kurtuluş Savaşımızın şartlarıyla bugünün Türkiye Cumhuriyeti'nin içinde bulunduğu kıskaç aynıdır.
Sevr'i kabul ettiremeyen Batı, o anlaşmadaki paylaşım planlarını unutmamıştır.
Günümüz, her zamankinden daha ayık olma zamanıdır. Her sahada, ikinci bir Kurtuluş Savaşı yapma ortamına düşürülmek istenen ülkemizde izah ettiğimiz tehlikelere karşı birlik ve beraberlik içinde olmamız bir zarurettir.
Badireleri aşarak yeniden büyük, güçlü ve lider bir ülke olmak elimizdedir.
Bunun halli önce insan meselesine eğilmektir. Vatanı ve milletiyle bölünmez bir Türkiye için kendi yararına, ülke adına kazanılacak bireyler yetiştirmeliyiz.
Dışarıdaki düşmanlarımız ve onların yerli destekçilerine kanıp, planlarına alet olmayacak, "vatan bir bütündür, bölünmez" diyerek, uğruna kanının son damlasına kadar savaşarak sahip çıkacak bir nesil hedefimiz olmalıdır.
Devlet kademelerinde gündelik siyasi, ekonomik çıkarlar peşinde koşmayacak, kulluk şuuruyla hareket eden kadrolar oluşturulmalıdır.
Keyfiliğin, despotluğun, şahsi ihtirasın esiri değil, "Türk milleti ilelebed payidar kalacaktır" şuurunda devlet adamları yetiştirmeliyiz.
Milli bütünlüğün dini bütünlükten geçtiğini hiç bir zaman unutmayarak, Türk-İslam medeniyetini yaşatacak projeler hayata geçirmeliyiz.
3 kıtaya asırlarca hükmeden bir ecdada sahip milletimiz, her devirde üzerine oynanan oyunları bozmasını başarmıştır.
Eğer tarihi tecrübelerini bugünün şartlarına uygulamayı bilirse, bu badireleri de aşacaktır.
Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.
Bu meselelerimizin hemen hepsi, çok defa misalleriyle izah ettiğimiz gibi dış kaynaklıdır. Zira, yeni bir dünya keşfedercesine yeni bir dünya düzeninden söz edildiği günümüzde Türkiye, bu düzenin ve denge arayışları çerçevesinde uluslararası emperyalist güçlerin menfaat ve nüfus çatışmalarında odaktır.
Ülkemiz ekonomik çıkar çatışmalarının, ideolojik çatışmaların ve Hilal-Haç savaşından doğan dinler mücadelesinin belirleyicisi olmuştur.
SSCB'nin yıkılmasından sonra Doğu Akdeniz'den Hazar Denizi'ne kadar uzanan ABD, Avrupa ve Rusya'nın üzerinde büyük hesapları olan Türkî Cumhuriyetlere karşı bulunduğumuz noktada bir tamponuz.
Tarih boyunca onlara aynı milletten, aynı dinden bir baş olan bizleri, bugünkü dağınık hallerinden toparlayacak tek güç olarak gören Türkî halkları, Batı, uyguladığı misyonerlikle bağlantılı etnik, kültürel ve ekonomik taktiklerle Türkiye'den uzaklaştırmanın gayretindedir.
Onlara bu yolla yaklaşırken, bize de "Sizi AB'ye alacağız" yalanını söyleyerek hem Avrupa kimliğinin içinde kontrol ve asimile etmeyi, hem de Türkî Cumhuriyetlere baş olabilme yeteneğine ve kudretine sahip ülkemizin bölgesel bir güç olmasını engellemeyi planlamaktadır.
Üzerimizde oynanan projelerin bir yönü budur.
Dine dayalı bir çok ideolojinin kesiştiği nokta da yine ülkemizdir.
Büyük Ermenistan hayalinde Kuzeydoğumuzda Ermenistan; Türk dünyasına lider olduktan sonra sıcak denizlere inme hayalleri kuran Rusya; ucu Kıbrıs'a kadar uzanan Megalo İdea'sından asla vazgeçmeyen Yunanistan'ın Enosis ideali; Arz-ı Mevud'u gerçekleştirmek için her yolu deneyen İsrail; basit su meseleleri yüzünden teröre bile destek vermekten çekinmeyen Suriye ve Irak; komşumuz görünen, esasen en büyük düşmanımız olan ülkelerdir.
Bunlara, gerçekleştiremedikleri Sevr'i tekrar uygulatmaya uğraşan Batı'yı da eklersek, bize bizden başka dostun olmadığı iyece anlaşılacaktır.
Türkiye'nin içinde ve komşu sınırında Kürt meselesini, Güneydoğumuzda yaşayan Kürt vatandaşlarımızın müstakil devlet diye bir sorunu olmamasına rağmen, devamlı gündemde tutan ABD ve İngiltere'nin tavrı bu gayeleri uğrunadır.
AB'ne adaylık çerçevesinde Kıbrıs'ın Ege'nin, Güneydoğu'nun üyelik şartımız için halledilmesi gereken öncelikli meseleler olarak önümüze konması da bu sebeptendir.
Her yandan kuşatılmış Türkiye'nin bugün geldiği nokta, asırlardır yürütülen kültürel, sosyal, etnik faaliyetlerin bir neticesidir.
Aynı taktiklerin Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışında ve Kurtuluş Savaşımız esnasında da farklı adlar altında, farklı kişilerce ama aynı çevrelerce hayata geçirilmeye çalışıldığı bilinen gerçeklerdir.
Osmanlı'da Tanzimat sonrası başlayan Batı hayranlığı ve özentisi yüzyıllarca devleti tutan Türk-İslam medeniyetini kısa bir sürede ayaklar altına almıştır. İlerlemeyi ve medeniliği Batıda arayan bir nesil oluşturulmuş, Batı hayranı aydın geçinen kesimin de pompalamasıyla bir çeşit asimilasyon politikası uygulanmıştır. Bu, bir devletin kültürel çöküşüdür.
Maliyenin borca ihtiyacı yokken, adeta kandırılarak verilen ve sonra Düyun-u Umumiye adıyla borç veren ülkelerin Osmanlı maliyesini ele geçirmelerini sağlayan kurumun, devlet yönetiminde hayata geçirilmesi de iktisadi çöküşün göstergesiydi.
Siyasi sahada, dinî sahada vs. topyekün her alanda dejenere edilmiş değerler, Batıyı örnek alma hastalığı Osmanlının aslında savaşsız ele geçirilişiydi.
Eğer Kurtuluş Savaşımızı başaramasaydık bugün Sevr'de paylaşılan topraklarımız üzerinde sömürgeci devletlerin hakimiyeti olacaktı.
İstiklal Savaşımızın başlangıcında da ülkeyi tıpkı daha önce yaptıkları gibi, içten çökertme planlarına devam eden Batı, halkı etkilemek maksadıyla çeşitli dernekler, cemiyetler, fırkalar kurmuştu. Amerikan mandacılığına, İngiliz himayesine razı etmek isteyen kendi içimizden yandaşları olan cemiyetlerdi bunlar. Anlattıklarımız 1919 ve öncesinde Türk milletinin içinde bulunduğu emperyalist şartlardır.
Farklı isimlerle açılan çeşitli sivil toplum örgütleri bugün de aynı gaye için faaliyettedirler. Sivil-asker,
Türk-Kürt gibi ayrımlarla ülke bölünmek istenmektedir.
M. Kemal Atatürk'ün Gençliğe Hitabesinde "gaflet, dalalet, hatta hıyanet içinde" diye anlattığı bir kesim de vatandaşlarımız arasında mevcuttur.
Dış odaklar bunlar aracılığıyla siyasi ve kültürel baskı uygulayarak ülke gidişatına müdahale edilebilmektedir. Basını da kullanarak suni gündemlerle, halka istediklerini telkin etmekte, ülke yönetimine yön verebilmektedirler.
Şartlarımız, tarihteki acı tecrübelerimizle o kadar benzemektedir ki, o zaman Düyun-u Umumiye'sini aratmayacak bir IMF heyetimiz de bulunmaktadır. Belli aralıklarla gelip borç verdikleri krediler karşılığı istedikleri tavizlerin yerine getirilmesini kontrol eden, ekonomi yönetimimizi dolaylı yollardan zaten ellerinde tutan bu heyetle, geri planında ABD siyasi taleplere de başlamıştır. Bir adım ilerisi ödeyemediğimiz borç kredilerin karşılığı topak talebidir.
Batı hayranlığı ve ilerlemenin kaynağını Batı ile bütünleşmede gören Tanzimat sonrası zihniyet te, bugün daha da artan bir hevesle AB'ne girme gayretindedir. Bu birliğin bizi alır gibi görünme sebeplerini yukarıda izah etmiştik. Üyelik hevesimiz uğruna daha adaylık aşamasında vazgeçmemiz gerekenler ise çok fazladır.
Ege'yi, Kıbrıs'ı, Güneydoğu'yu gözden çıkarmamız şart olduğu gibi, itirazsız bir teslimiyetle hukuki, siyasi her sahada bağımsızlığımızdan, toprak bütünlüğümüzden tavizler istenmekte egemenliğimizin devrinden söz edilmektedir.
Görüldüğü gibi 1919'un sinsi bir işgal altında başlayan Kurtuluş Savaşımızın şartlarıyla bugünün Türkiye Cumhuriyeti'nin içinde bulunduğu kıskaç aynıdır.
Sevr'i kabul ettiremeyen Batı, o anlaşmadaki paylaşım planlarını unutmamıştır.
Günümüz, her zamankinden daha ayık olma zamanıdır. Her sahada, ikinci bir Kurtuluş Savaşı yapma ortamına düşürülmek istenen ülkemizde izah ettiğimiz tehlikelere karşı birlik ve beraberlik içinde olmamız bir zarurettir.
Badireleri aşarak yeniden büyük, güçlü ve lider bir ülke olmak elimizdedir.
Bunun halli önce insan meselesine eğilmektir. Vatanı ve milletiyle bölünmez bir Türkiye için kendi yararına, ülke adına kazanılacak bireyler yetiştirmeliyiz.
Dışarıdaki düşmanlarımız ve onların yerli destekçilerine kanıp, planlarına alet olmayacak, "vatan bir bütündür, bölünmez" diyerek, uğruna kanının son damlasına kadar savaşarak sahip çıkacak bir nesil hedefimiz olmalıdır.
Devlet kademelerinde gündelik siyasi, ekonomik çıkarlar peşinde koşmayacak, kulluk şuuruyla hareket eden kadrolar oluşturulmalıdır.
Keyfiliğin, despotluğun, şahsi ihtirasın esiri değil, "Türk milleti ilelebed payidar kalacaktır" şuurunda devlet adamları yetiştirmeliyiz.
Milli bütünlüğün dini bütünlükten geçtiğini hiç bir zaman unutmayarak, Türk-İslam medeniyetini yaşatacak projeler hayata geçirmeliyiz.
3 kıtaya asırlarca hükmeden bir ecdada sahip milletimiz, her devirde üzerine oynanan oyunları bozmasını başarmıştır.
Eğer tarihi tecrübelerini bugünün şartlarına uygulamayı bilirse, bu badireleri de aşacaktır.
Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.
Editörün Seçtikleri